Acı çekmeyi kimse sevmez. Bu yüzdendir ki; seçeceğimiz yollarda genelde en acısız ve en kolay olanı bulmaya çalışırız. “Kolay yolları varken acı çekmenin kime ne faydası var?” diyebilirsiniz. Peki, acı çekmeden dolu dolu bir hayat yaşama şansımız gerçekten var mı?
Canımızın acımasından korkmayı öğrenmeye hayatımızın en korkusuz dönemi olan çocukluk yaşlarımızda başlıyoruz. Öğrenilmiş bir acıdan uzak durma beynimize ince ince işleniyor. Zaman içinde gerek fiziksel, gerekse ruhsal olarak muhteşem bir koruma sandığı içine kendimizi hapsediyoruz. Acı duymak istemediğimiz için, kaçırdıklarımızı asla bilmeden yaşayıp gidiyoruz. Düşüp bir yerimizi acıtacağımızı söyledikleri o ağaca tırmanmak için artık yaşımız çok geç, vücudumuz bunu yapamaz hale geliyor. Gerek fiziksel gerekse ruhsal kazanımlar için acının vazgeçilmez olduğunu anlayamıyorsunuz.
Sağlıklı olalım diyoruz, yıllarca disiplinle emek vermeden ve acı çekmeden sahip olanını hiç görmedim. Dokuz ay birçok acıya katlanıp sonunda dünyanın en muhteşem olayını yaşayan ve çektiği tüm acıları unutan anneler de, acının mutluluğa dönüşme şeklinin en güzel örneklerinden biri olarak sayılabilir. Fiziksel olarak kendimizi bir şeyleri başarmaya odaklayıp üzerinde çalışmaya başladığımızda acısız pek bir yere varamayacağımız bir gerçek. Peki, acı çekmekten kaçarak ruhumuzu nelerden mağdur ediyoruz?
Mesela, acı çekmek istemediğimiz için âşık olmaktan ya da çok sevmekten kaçıyoruz. Sonunda yaşama ihtimalimiz olan hayal kırıklıklarımız ya da kalp acılarımız sebebiyle; içtenlikle, hesapsız kitapsız sevemiyoruz. Hep bir sonraki adımın hesabını yapan, her zaman acı çekmemek üzerine kurulmuş ve samimiyetten uzak ilişkiler içinde sevgiyi bulduğumuzu ve yaşadığımızı sanıyoruz. Oysa kırılacağını, üzüleceğini ve acı çekeceğini baştan hesaplamış kişinin dostlukları, sevgileri ya da evlilikleri sağlıklı yürütmesi mümkün olmuyor. Acı çekmemek adına sürekli kendini korumaya alıp, asla ruhunu serbest bırakmayan insanlara dönüşüyoruz.
Her acı bizi şekillendiriyor. Dün yaşadığımız ve çektiğimiz acılar ve bize öğrettikleri geleceğimizin doğru seçimleri, mutlulukları ve neşe kaynakları olarak karşımıza çıkıyor. Acı çekmekten korkup, tüm hayatımızı acı duymamak üzerine kurmaya çalıştığımız her anda; aslında kendimizi kendi ellerimizle hazırladığımız bir kafesin içine koyuyoruz. Oysa bizi biz yapanın yaşadığımız tecrübeler kadar bu tecrübeleri yaşarken zaman zaman maruz kaldığımız acılar olduğunu da kabul edip, kendimizi özgürleştirmemiz gerekiyor.
Hayatta; başarısız olmak, reddedilmek, takdir edilmemek ya da yalnız hissetmek gibi birçok duygu bizlere korkunç acılar verebilir. Zaman zaman bir yerimiz kesilse bu kadar acı duymayacağımızı düşündüğümüz anlar yaşarız. Bu anları yaşamaktan endişe ederek hayatı hiç yaşamamayı tercih etmek; acının da diğer tüm duygular gibi yaşamın bir parçası olduğunu anlayamamaktan kaynaklanır.
Bütün acılar korkaktır, yaşama karşı duyulan aşırı arzu karşısında acı geriler; çünkü yaşama arzusu, düşüncelerimizde var olan ölüm arzusundan çok daha güçlü şekilde bedenimizin her zerresinde mevcuttur. Peki ya soruyorum size, öncesi şimdisi hatta sonrası dahi sıradan olan bir sevgi mi? yoksa acıyla bezenmiş iyisiyle kötüsüyle yaşanmışlık kokan bir sevgi mi?
Stefan Zweig
Tabi ki hiç kimse çekilen her acının sonunun mutluluk olacağı garantisini veremez. Ancak acıdan korkarak yaşamaktansa acıları kabul etmenin; insanı hayata daha hazır hale getireceğine, onu olgunlaştıracağına, bakış açısını değiştirip gerçekten hayatı “yaşadım” diyebileceğine dair garanti verilebilir.