Gazete ve köşe yazarlarını internetten okumayı sevmeyen, hergün en az 3 gazete alıp, okuyan, içinde şahsım şehrine dair bir kelime, cümle bulsam (bulmacaları dahil) uyarlayarak farklı bir menü sunmak adına sizlerle paylaşırken, ulusalda çıkan yazı ve haberleri takip ederim.
Deniz Zeyrek, benim severek okuduğum, canlı yayınlarını izlediğim bir gazeteci-yazar. Geçen haftanın son günlerindeki ‘Koltuk sevdası’ başlıklı yazısı cuk diye bize oturunca, (tıpkı Aziz Nesin’in koltuk isimli hikayesi gibi) bizimle benzeşince, neredeyse bizim yerel siyaseti anlatınca, dur dedim, bu alıntı yazıya küçük ve masum ilaveler yaparak okurlarla paylaşayım istedim.
*
Yazarın da dediği gibi, bizim memlekette koltuk sevdası ilkokulda başlar.
Hiç unutmuyorum, bir arkadaşımızın babasının bakkal dükkanı vardı. Biz ’sinekli bakkal’ diye alay etsek de o babasının sahip olduğu bakkal dükkanının bütün avantajlarından yararlanır, ilk meyveyi o tadardı. Daha da önemlisi, ilk plastik futbol topu her zaman onun olurdu.
Plastik top deyip geçmeyin, öyle kolay kola bulunmazdı köy yerinde. Okulda ya da mahallede takımları, kimleri oynayacağını hep topun sahibi belirlerdi. Nasıl top oynadığına bakmaksızın, canının istediğini takıma alır, istemediğini almazdı. Onunla iyi geçinen hep onun takımında en önde olurdu. Kendi takımına da en iyi top oynayanları tercih eder, seçerdi. Bana koca 5 yılda ödevde yardım etmek şartıyla bir ya da iki kere sıra gelmiş, o da mecburiyetten kaleci olmuştum.
*
O yuvarlak plastik topun etkisi, sadece sahada göstermezdi kendini. Sınıfta dahi işe yarardı. Sınıf başkanı seçiminde ‘bana oy vermeyeni takıma almam’ dediği anda, bütün erkek öğrencileri desteğini kazanırdı. Kız öğrenci sayısı daha fazla olmadığı için hep ‘sınıf başkanı’ seçilirdi.
Top hep onda olduğu için hiç bırakmazdı başkanlığı. Tahtaya ‘azanlar’ başlığı altına gıcık olduğu öğrencilerin adını yazardı. Yanlış anlaşılmasın, bizim oralarda azmak, yaramazlık yapmak anlamında kullanılırdı.
En başa da başkanlık seçiminde rakibi olan isimler koyardı.
Allah’tan çalışkan ve uslu bir öğrenciydim ve azanlar listesine beni yazamazdı. Kopya vermediğim, ödevine yardım etmediğim zamanlarda kızıp azsa da öğretmen ismimim hangi nedenle orada olduğunu hemen anlardı.
*
1970’lerde plastik topu sayesinde takıma alma, 2000’li yıllarda müteahhit babasının zenginliği sayesinde ucuz ev sağlama vaadiyle oy alarak başkan seçilen çocukların büyüyüp siyasetçi olduğu bir ülkede yaşıyoruz.
10 yaşından küçükken sınıf başkanı seçilmek için bunları yapan çocuklar, büyüyüp siyasetçi olduklarında da pek değişmiyor maalesef.
Koltuğa yapışıp kalıyorlar. Bırakmamak için ellerindeki bütün imkânı kullanıyor, bütün kozu oynuyorlar.
Seçimi kaybeden muhalefetin liderinin koltuğu bırakmama konusundaki motivasyonu da koltuğunu kaybeden bakanların depresyona girmesine neden olan şey de, çocukken temelleri atılan o duygudan kaynaklanır.
İşte bu yüzden koltuk sevdası, tedavisi olmayan bir hastalıktan farksız.
*
İsminin, mensubu olduğu camianın başında ‘başkan’ yazanlar, ne yazık ki koltuğu bırakmama konusunda inatlar. Konuşsak sıkıntı derler, hamallık derler, boş işler derler, lakin mesele bırakmaya gelince, yok derler, hıh derler, deli miyim de bırakayım diye düşünürler, akılları sıra bizim aklımızla dalga geçerler.
En çok da siyasiler…
Zaten o koltuğa sahip olabilmek için kırk takla atmıştır, halaylar çekip muhtemelen para bile dağıtmıştır sağa sola, yemekler, çaylar gırla gitmiştir parti seçim bürosundakilere. Koltuğa oturunca da havasından mı, rahatlığından mı, çok önemli kişiler (ÇÖK) sınıfına dâhil olmanın verdiği ego ile tatminsizliklerini mi gideriyorlar anlamak mümkün değil, kalk dersin kalkmazlar, bırak dersin ‘yok canım, anan güzel mi?’ derler.
Pohpohlanmak, ‘başkanım’ denildiğinde koltukları kabarmak hoşuna gidiyor olmalı ki, ikbal de bekliyorsa, özellikle siyasi cenahta top koşturuyorsa, her türlü oyunu da mübah sayıyorsa, yukarıdaki ilkokul çağındaki çocukların ‘başkanlık’ için yaptığı atraksiyondan farkı yoktur şimdiki büyüklerin.
*
Para da harcarlar, yer de tutarlar, milleti yedirir, içirirler, seçimi kaybedince, ‘kusura bakmayın, buraya kadar, başaramadık, sizin yüzünüzü kara çıkarttık, bize güvenenleri mahcup ettik! Çıkın dükkandan!’ diyerek, hani dava meselesi, hani vefa dediklerinde de, ‘yemişim lan davayı, mavayı, yemişim vefayı mefayı, seçimi kaybettik işte, buraya kadar, çıkın dışarı!’ çemkirmesi ile, zaten gözden düşmüştü, zaten silinmişti kalplerden, dudaklardan, gözünde ne parti kalmıştı, ne dava, ne samimi olmadığı vefa.
Öküz ölünce ortaklık bitiyordu nihayetinde. Ama zihniyet hiçbir zaman değişmiyor bu topraklarda; ‘ben varsam parti var, ben varsam dava, vefa var, ben yoksam davanın da, partinin de canı cehenneme!’
Bu hastalığın tedavisi yok, olsa bile doktoru yok! Kendisine sorsan, ‘neden seçilemedin, niçin koltuktan oldun?’
Cevabı hazırdı, ‘dış güçlerin oyunu, beni kıskandılar, çekemediler!’
Yiyen çıkarsa tabi…