Bir öğle sonu çalışmasında, Nuri Boytorun Hoca: “Haydi, Yaşar soyun bakalım; haydi Adanalı sen de soyun!” dedi. Zaten ısınmıştık. Hoca’nın düdüğü ile birbirimize giriverdik. Bir ‘’yan bağdası’’ ile bu büyük güreşçiyi köprüye getirmiş, tuş yapmaya çalışıyordum ki, kurtulmuştu. Kalktığımızda, daha hırslı daha öfkeli şekilde bana saldırmıştı ki, aynı oyunu, bu defa da öteki kolundan sallamış, onu yine köprüye getirmiştim. Tuş olmaktan kurtulmuştu. Ayağa kalkmış, tekrar kapışmıştık. Fakat karşımdaki, sanki bir makine gibi gittikçe sertleşiyor, hızlanıyordu. Bense çaresizlik içinde bitiyordum. Dördüncü dakikada alta düşmüş, sol yanımdan da sarmayı yemiştim. Ama bu bizim taktiğimiz veya bize takılan sarmalara hiç de benzemiyordu. Sol bacağını rakibin Sol bacağından takıyor, sağ bacağını da rakibin sol dizinin altından geçirerek sağ ayağının ucunu mindere destek yapıyor ve geriyordu. İşte o anda alttakinin ince beline öyle bir tazyik ediyordu ki, beli kırılacak gibi acıtıyordu. Bu defa alttaki, mecburen sağa doğru açılıyordu. İşte o zaman da sol kolu ile sol koldan bir burgu takıyordu. Böylece ister istemez köprüye geliyor, üstüne iyice çullandığı rakibini mutlaka tuş yapıyordu. Yaşar Doğu’nun, bu oyununu, Samsun’da çok eskiden bir pehlivandan öğrendiğini duymuştum. O yıllarda kırk yaşına yakın; bu tecrübeli, kuvvetli, idmanlı pehlivan yirmi yaşlarındaki tecrübesiz bir güreşçiyi 5.dakikada bitirmiş tuş yapmıştı. İdman sürerken altıncı dakikadan sonra, tamamen acınacak hale düşmüş, kendi kendime yenilmeye başlamıştım. Ama bu idman bana çok iyi bir ders olmuştu. İlk defa Türkiye birinciliğine gelirken Yaşar Doğu’nun karşısına Konya’da beni çıkarmayan idarecimiz Adil Bozdoğan’a binlerce teşekkür ederken, bizim daha çok idman yaparak, kendimize iyi bakarak kuvvetlenip, nefesimi iyice açtıktan sonra kendimi tam bir güreş sonuna kadar mücadeleye hazırlayıp; bitmemeye, tükenmemeye çalışacaktım. Aradan on beş gün geçtikten sonra, Nuri Hoca, bizi bir daha mindere saldı. Ben, yine aynı oyunla kendisini sakatladım. Fakat idmana devam etti ve güreşin 5, 6. dakikasından sonra yine bir önceki antrenman gibi perişan oldum.
Yaşar Doğu, güreş sporunu öyle yapardı ki, bir Müminin Allah’a bağlandığı gibi gündüz güreşini düşünür, hiç hata yapmadan bu hayatını sürdürmeye çalışırdı. Dini vecibelerini yerine getirdiği gibi güreş sporunun şartlarını da yerine mutlaka getirir; ayrıca yenilmemek için Allah’a yalvarır dualar ederdi. Bazı kendini bilmezler: “Şimdi dünyada güreş çok ilerledi, Yaşar Doğu bile olsa yenilirdi.” diyorlar. Bu cahilliğin, bilgisizliğin ve bunu söyleyenlerin bir aşağılık duygusunun ifadesidir. Yaşar Doğu bugün de yaşasa bundan yüz yıl sonra da güreşmiş olsa şimdiki güreş kurallarına göre rakiplerini en geç iki, üç dakika sonra üç ihtarla minderden attırırdı.
Yaşar Doğu, okuyup yazmayı askerlikte öğrenmişti; ama bir diplomat gibi kendisini yetiştirmişti. Ağır başlı, olgun bir insandı. Şivesi biraz doğum yeri olan Samsun yörelerini andırır; ama her kelimesinde fikir vardı. Hazır cevaptı. Espriler yapardı. Güzel tertemiz giyinir, hiç ağzına içki koymadığı halde folklorumuzu ve Türk müziğini çok sevdiğinden ekseri gazinolara, tiyatrolara gider, konserleri hiç kaçırmazdı. ‘’Güzel müzik bütün yorgunluğumu çıkarıyor.’’ derdi. Akşamları geç de yatsa, sabahları mutlaka erken kalkar, sabah namazını eda ederdi. Tekrar ediyorum: Güreşte en iyi oyunu sarma ve burgu idi. Kafakol, tek kol, salto gibi oyunlara rağbet etmezdi. “Bu oyunlar, için tehlikeli oluyor. Benim kuvvetim ve nefesim her zaman iyi olduğuna göre neden kendimi riske sokayım.” derdi. Ama yukarıda da tarif ettiğim gibi daha rakibi altına alırken, beraber o küçük kısa ama çelik gibi bacakları ile sarmayı takar, rakibini hemen yana açar ve burgu ile de tuşa getirirdi. Birçok rakibini de diskalifiye ile yenerdi. Hiç bir zaman rizikolu oyunlara girmezdi. Çünkü kendine itimadı sonsuzdu.