Biz, bembeyaz saflığıyla etrafı saran o berrak karı seven insanlardık. Ta ki bir Şubat sabahı, beyazlar içinde kalan şehrimize gün bu kadar geç doğana kadar…

O gün, ülkemizde hatta dünyanın dört bir yanında haber kanallarında ve radyolarda yankılanan o anonsları duymayan büyük bir insan topluluğu vardı. Ama o insanlar sağır değildi. Çünkü aslında, o anonsların kendisi olmuşlardı. Bu yüzden duymadılar. Biz, aslında haber kanallarında bangır bangır yayınlanan o bir avuç insandık. Hayat, o ana kadar bizim için vazgeçilmezdi. Saatlerimiz 04.17’de durana kadar her şey çok değerliydi. Yatak odalarımızın dizaynı, perdelerin koltuklara uyumu, akrabalarımızın hakkımızda ne söylediği, daha üst model bir araba almak, iki odalı evimize sığamamak gibi pek çok şey hayatımıza yön veriyordu. Ta ki, dünya üzerinde eşi benzeri görülmemiş bir felaket gelip bizi bulana dek…

***

Herkes bir yerdeydi o gece, herkes başka bir şeyle meşguldü. Uykusunun en derin vaktinde olan, gelecek hayallerini düşünerek yastıklarına gözyaşı döken, sevdiğiyle telefonda tartışan, sabah okullar tatil olduğu için sevinçten uyuyamayan, hasta çocuğunun ateşini düşürmeye çalışan, hastanede sabah olacağı ameliyatı düşünmekten uyuyamayan, doğum sedyesinde minik bebeğini bekleyen, kısa süre önce ölen annesiyle kavuşmak için dua eden, bilgisayar oynayan, ders çalışan, hafta başı planlarını ajandasına listeleyen, iş mülakatı için kafasında konuşma tasarlayan, düğün sonrası el değmemiş evine gelip hasret gideren, yeni doğan bebeğini emziren, borçlarını düşünmekten yatakta dönüp duran…

Buna benzer binlerce meşgalesi olan, her gün gibi normal bir sabaha uyanacağını düşünen bir avuç insan… Ama o sabah, hiç de düşündüğümüz gibi olmadı. Biz, o sabah bir kıyametin ortasına uyandık. Hatta bazılarımızın uyanmasına bile fırsat verilmedi. "Can pazarı" deyimini bilir misiniz? İşte, o gün tam anlamıyla bir can pazarı yaşandı. Gece yatmadan önce çisil çisil yağan karı gören çocukların, sabah perdenin arasından bembeyaz bir manzara görme hayali, bir kabusa dönüştü.

***

Hayat durdu… Ama aynı zamanda devam etti. Bu nasıl bir araftı? Ne ara böylesine bir girdaba düştük?

Bütün bunları yaşadık, evet. Ama şimdi nasıl çıkacaktık bu dipsiz kuyudan? O gün, biz hayatta kalanlar hiç gülemeyeceğimizi sandık. Bundan sonra her şeyin bittiğini düşündük. Çocukluğumuz, gençliğimiz, ihtiyarlığımız, evlerimiz, ekmek teknelerimiz, sokaklarımız, kısacası bütün anılarımız bir tuğla bile kalmayacak şekilde yerle bir olmuştu. "Buraya kadar" dedik. "Yol yok. Varsa da sonu yok." Bir daha asla gülemeyeceğimizi, unutamayacağımızı, acılarımızı saklayamayacağımızı söyledik. Ama bilemedik… Çünkü insanoğlu, var oluşundan bu yana hiçbir sözünü tam anlamıyla yerine getirememiştir. Biz de öyle olduk… "Gülemeyiz" dedik, mecburen güldük. "Umudumuz yok" dedik, ama yine de karanlık tünellerde ışık aradık. "Artık hiçbir şeyin önemi yok" dedik, ama çok geçmeden eski dertlerimize döndük. İşte insanoğlu olarak, bir kez daha tanıttık kendimizi kainata. Bir kez daha "Biz buyuz" dedik.

***

O sabah çok acılar yaşandı, çok canlar gitti. Bazıları hiç bulunamadı, bazıları bin parçaya ayrıldı. O sabah bazı düşmanlar dost oldu, bazı dostlar da düşman. Hali vakti yerinde olan da, bir lokmaya muhtaç kalan da aynı ruh oldu, farklı bedenlerde. Bir tas çorbaya, bir damla suya muhtaç kaldı o sabah bir avuç insan. Bu dünyadan acımasızca göçen bir avuç bedene teslim etti kalanlar ruhlarını. Gönderdiler cennete… Aslında o gün hepimiz öldük. Sadece bazılarımız toprağa gömüldü. Bazılarımız derin yaralarımızla yaşamayı öğrendik. İki yılı geride bıraktık. Çoğumuz mahvolduk. Bazılarımız delirdi, kimimiz hâlâ içimizdeki acılarla savaş veriyoruz. Bizler buyuz işte… Bir sabah, güneşin gökyüzüne küstüğü bir avuç insanız. O sabah, dünya bizim için aydınlık bir yer olmaktan çıktı. Ve artık hayat, her şeyin olabileceği, sonu belirsiz bir yaşam maratonuna dönüştü.

Biz, o maratonda yaşamaya çalışıyoruz.