6 Şubat

Şunu biliyoruz devlet duygusal değildir, teknik olarak vatandaşını kurtarmaya odaklıdır. Ne kadar kurtarabilirse o kadar. Kalan sağlara odaklanır. Gücünün yettiği ya da görevlendirdiği memurunun becerisi kadar kurtarır vatandaşını. İşte deprem zamanı da böyle oldu.

    Beş gün yakınlarımın enkazında beklerken çaresizliğin bu kadar şiddetlisini ömrümce hissetmemiştim. Hepimizin bir değil, birkaç enkazda kurtarılmayı bekleyen yakınları vardı. Tarihin en büyük felaketini ve en çaresizliğini 11 ilin halkı tüm hücreleriyle yaşadı.  3. gün enkazlardan gelen iniltiler, sesler kesildiğinde bizim de umudumuz tükenmişti. Üstümüzden kar, ayaklarımızdan yer bizi ölüme çağırıyordu. Yıkıntının altında ezilmeyenler de  hipotermiden  donarak ölmüştü. Kafamı sürekli gökyüzüne kaldırıyordum, bir helikopter geçer mi, bir uçak havaalanına doğru uçar mı, biri bizi görür mü umuduyla. Yollar kapalı deniliyordu, yollara bakmıyordum. Yollar kapalı deniyordu ama 2. gece arabalarının arkasına sandviç, su doldurup Ankara’dan yollara düşmüş karı koca yanımıza duruvermişti, şimdi anlam veremiyorum, az daha zorlasam muhtemelen melekti bunlar diyeceğim kendi kendime. 4. gün artık kafamı ne gökyüzüne ne yeryüzüne dönmedim. Hiçbir şeyin önemi kalmamıştı. Enkazın tepesindeki kurtarma ekipleri cansız bedenleri çıkarmaya başlamıştı. Kaçıncı gündü hatırlamıyorum.

                4. Gün olmalı, Azerbaycan ekibi gelip enkaza müdahale etmeye başladı.  Ellerindeki küçük aletlerle kazıyorlardı, henüz iş makineleri sıramız gelmemişti. Yan taraftaki enkaza gidip kepçeyi biraz da bizim yıkıntıda kullanmaları için ne kadar yalvardım hatırlamıyorum. Bekleyenlerden biri kepçenin çalıştığı enkazda önemli bir bürokratın yakını olduğunu kulağıma fısıldadı,  aslında bu umudunu kes demekti. Sonradan anladım. Yakınlarımızın bu saate kadar canlı kalamayacaklarını biz de biliyorduk ama son bir umuda sarılmak anlık olarak bizi rahatlatıyordu.

                 Kar durdu, güneş sabahın ilk ışıklarıyla umarsızca üzerimize doğdu. Arabada çocuklar yorgunluktan sızmıştı, bense sabaha kadar arama kurtarma ekibini izliyordum. Tek parça çıkan cansız bedenlere seviniyoruz, biri hemen enkazdan perde, battaniye, çarşaf bulup ölüyü sarıyor ve kaldırımın üzerine boylu boyunca yatırıyor. Sonra ateşin başındakiler koşup teşhis ediyor, bazıları tekrar ateş başına dönerken, bazıları çığlık çığlığa orada kalıyor. Son vedalaşmalar. Sabaha karşı kaldırım doldu, ölümün kokusu yayılmaya başladı. Kafamı kaldırdığımda molozların arasında şişmiş ve morarmış bir çift ayak gördüm. Arama kurtarma da fark etti, hepimiz oraya odaklandık, kimin yakınının ayağıydı bu... Az sonra kopmuş bir kafayı çıkarıp siyah poşete koydular, uzun saçları simsiyahtı. Bu bir genç kız olmalıydı. Son anda fark ettim, kızım yanımda bütün olanları izliyordu. Bunları görmemesini çok isterdim. Onlar bu yaşadıklarını nasıl kaldıracaklar, ömür boyu hafızalarından nasıl silecekler? Şu an bile cümlelerime gözyaşlarım karışıyor, ağlayarak yazıyorum. Bunca acıyı yaşamışken nasıl ayaktayım diye soruyorum kendime ve cevabım; “ölünmüyor ama acıyla yaşamayı öğreniyorsun. Hem de kendi kendine, yana yana, yıkıla yıkıla .” İki yıldır ayağa kalkıp kendi kendimize sarılarak iyileşmeye çalıştık, yaşamak zorundaydık. Şimdi bu halk nasıldır, duygudaşlık yapabiliyor musunuz?

                  Artık kepçe gelmiş, dağ gibi enkazı küçültüp son kalan cansız bedenleri bulmaya çalışıyordu. Hangi günün sabahı bilmiyorum,  yorgunluktan bayılmak üzere olduğunu düşündüğüm Azerbaycanlı kardeşim enkazdan inip duvarın kenarına durdu. Akşam çocuklar bir yerden kahvaltılık almışlar, kişi başı 3 zeytin, birkaç parça peynir, bir dilim ekmek. Yemeye halimiz olmadığından arabada öylece duruyordu. Onun aç olduğunu biliyordum, kahvaltılık paketini getirip uzattım. Almak istemedi. “Aç çalışılmaz, lütfen alın, ayakta kalmanız lazım, size ihtiyacımız var” dememle göz göze geldik, yanaklarımdan akan yaşların ben farkında değildim ama o görmüştü. Çok ısrar edince elleri titreyerek uzattığım tabağı aldı, arkasını dönüp ağlamaya başladı. Duvarın kenarına gidip başka biri alsın diye paketi oraya bıraktı. Günlerdir açtım, suyumuz yoktu ama ne susuzluk ne açlık hissetmiyordum.

          Bu yazdıklarım deprem anılarımdan küçücük bir kesit. İlk günden itibaren yaşadıklarımı en yalın haliyle, yansız bir şekilde not aldım ama şu an onları okuyacak gücüm yok. Belki bir gün yayımlarım.

              İki yıl geçti, gerçekten acımızı derinden hissedebiliyor musunuz?

               İlk günden beri bu halkın psikolojik desteğe ihtiyacı vardı, her mahallede psikolojik destek merkezleri olmalıydı, ben dedim ben dinledim. Binalar dikildi, o binaların içinde oturan depremzedeler ruhları hasta olarak yaşayacaklar. Son günlerde Maraşımda olmayan her türlü kötü alışkanlık çoğaldı. Gençler umutsuz, gelecek kaygısından kurtulmak için uzatılacak el beklerken maalesef uyuşturucu çetelerinin ağına düştüler. Anne babaların gücü kalmadı, çaresiz. Deprem zamanı birkaç STK gelip moral destek çalışmaları yapıp gitti. Ünlüler poz verip sosyal medyada vicdanlarını rahatlatıp bol beğeni aldılar. Şimdi bazı kurumlar o ünlülere tonlarca para verip kültür merkezlerinde söyleşiler yaptırıyor. Bir kısmı  ne kadar da yapay,  o fiyakalı hallerine kahkahalarla gülmek geliyor insanın içinden.  Bürokratlar sahada verdikleri pozlarla  -mış gibi yapıp çekildiler. Gerçekleri konuşalım, halk bir ikisi hariç milletvekillerini tanımıyor, muhtemelen Ankara’da çok işleri var, Maraş’a uğrayamıyorlar. Sorunlardan kaçmak için randevu vermiyorlar. Sabah şehre gelip alelacele birkaç programda poz verip Ankara’ya dönmek mesai sayılıyor. Üç belediyenin başkanı canhıraş bir şeyler yapmaya çalışıyor. Ekipleri konusunda daha donanımlı, yetenekli ve vizyoner çalışanlara ihtiyaçları var diye düşünüyorum.

             Hala şehre doğru düzgün uçak inmiyor, inse de bilet fiyatları Gaziantep’le kıyaslandığında iki katı. Yaşadım ki söylüyorum. Geçenlerde aynı saatte ve günde İstanbul Maraş arası 2800 liraya aldığım bilet Antep için 999 liraydı. Yazacak çok şey var, biraz da başka zamana. Sizce vicdanınız rahat mı, biz iyi miyiz umurunuz da mı?

 Hoşça kalın dostça kalın.