Eskiden yalnızlık, sessizlikle eşdeğerdi. Gürültüsüz bir ev, uzak bir köy, telefonun çalmaması… İnsan yalnız olduğunu seslerden, mekândan algılardı. Oysa bugünün yalnızlığı öyle değil. Şimdiki yalnızlık, ekran ışığında, bildirim sesinde, kalabalık sosyal medya listelerinde saklı.

                   Bir sabah uyandığında içinden kimseyi aramak gelmiyorsa, akşam yattığında gününü anlatacak kimse yoksa, bir başarıyı kutlayacak ya da bir derdi paylaşacak birini düşünemiyorsan işte orada başlıyor bu yeni yalnızlık. Artık yalnızlık, “kimse yok”tan çok, “kimse gerçekten orada değil” cümlesinde saklı.

         Sosyal medyada aktif olmanın “sosyal” olmak anlamına gelmediğini geç fark ettik belki de. Kaç takipçin olduğu değil, kötü bir gününde seni kaç kişinin sessizce dinleyeceği önemli. Kaç kişiyle “fotoğraf” değil, “anı” biriktirdiğin kıymetli.

             Yeni nesil yalnızlık, sadece fiziki bir yokluk değil; duygusal erişimin, gerçek bağın eksikliğidir. Yüzlerce takipçi, onlarca beğeni, renkli hikâyeler akıp giderken akşam oturup içinizi açacağınız, bir sessizliği beraberce paylaşacağınız kaç kişi var hayatınızda? Artık çevremizde kimse olmadığı için de yalnız değiliz, varlığını hissetmediğimiz insanların varlığı bir işe yaramıyor, aksine insan kirliği yapıyor desem sanırım ağır olmaz.

            Dijital çağ bize çok şey sundu: hız, kolaylık, erişim. Ama bu kolaylıkların içinde en zor şeyi kaybettik: temas. Göz göze gelmenin sıcaklığını, bir cümlenin ardından gelen sessiz onayı, bir elin omzumuza konmasının gücünü hangi teknoloji sağlayabilir? Her şey çok hızlı, çok anlık, çok parıltılı ama bir o kadar da yüzeysel.

         Yeni nesil yalnızlık, konuşmadan çok yazan, dinlemeden çok anlatan, bağ kurmadan geçip giden ilişkilerden doğuyor. Kendimizi “görünür” kılmak için uğraşırken aslında görünmez hale geliyoruz. Herkes birbirini takip ediyor ama kimse kimseyi gerçek anlamda izlemiyor ve değer vermiyor.

            Bu yalnızlık, sessiz değil; tam aksine gürültülü. Bildirimlerin sesiyle bastırılmış bir iç sessizlik. Her şeyin bu kadar “paylaşılır” olduğu bir dünyada, duyguların bu kadar sahipsiz kalması da bunun en acı çelişkisi. Oysa insan varoluşunu duygularıyla tamamlar. Şimdi duygularınıza sorun ne eksik, bu eksikliğin neresindesiniz?

             Peki, çözüm ne? Belki daha az ekran, daha çok göz teması kurmak, kahveyi birlikte içmek, bir mesaj yerine sarılmayı seçmek. Anlaşılmak da en büyük ihtiyaçlardan ve bu ihtiyaç dijital dünyada değil, gerçek temaslarla karşılanıyor.

                Belki daha az paylaşmak, daha çok yaşamak. Bir dostu “beğen”mek yerine arayıp “nasılsın” demek. Bir günlüğüne telefonumuzu sessize alıp bir kitapla, bir yürüyüşle, bir yüzle buluşmak…

           Bazen bir manzara karşısında susarak oturmak, bir bildirimden çok daha anlamlıdır. Asıl ihtiyaç duyduğumuz şey “anlık” değil, “anlamlı ve sürekli olandır.

          Bu çağda yapabileceğimiz en büyük devrim, birbirimize gerçekten dokunmak  hem de parmak uçlarımızla değil, yürekten.                               

                        Hoşça kalın dostça kalın