Bismillahirrahmanirrahim

Hamd, alemlerin Rabbi Allah’adır. Salat ve selam Efendimiz Hz. Muhammed’in, sahabelerinin ve tüm müminlerin üzerine olsun.

Değerli kardeşlerim, muhterem Müslümanlar. İnsan, hayat nezdinde bir nöbettedir. Hayatı nöbet almakta, nesilden nesile bir nöbet tarzında onu devam ettirmektedir. Dün, “baba” diyen bir çocuğa bakarsınız, bir kaç yıl sonra kendisine “baba” denilir. Kendisi baba olmuş. Böylece her nesil bu sünnetullahı, Allah'ın takdir etmiş olduğu bu hayat tarzını yaşamak zorundadır ve bu yolla yol almak zorundadır. Yani insan, önce doğacak, çocuk olacak, genç olacak, evlenecek ve baba olacak. Hayatın, kendisine vermiş olduğu sorumluluk başlayacak. Dün babasının kendisinden sorumlu olduğu şeylerden, zaman gelecek kendisi sorumlu olacak. Dün babasından istediği şeyler, zaman gelecek kendisinden daha fazlasıyla istenilecek.

Ve bu şekilde nöbetleşe devam edegelen bu hayatta da, onun gereğini yerine getirmek gerekir. O nöbete sadık olmak gerekir. O nöbete duyarlı olmak gerekir. O nöbetten dolayı sorumlu olmak gerekir. Duyarsız ve sorumsuz bir anne-baba, sorumsuz bir neslin, bir tarihin başlangıcı olur. Çünkü her birimiz, kendimizi aile yapısıyla takdim ettiğimiz zaman, bir babaya bağlatırız. “Şu soydanız, şu boydanız, şu kabiledeniz” derken bir babadan geldiğimizi ifade ederiz, değil mi? “Osmanlı” denildiği zaman akla Osman Gazi gelir. Osman Gazi'ye ilk kişi olarak ve bir birey olarak bakıldığı zaman da sizlerden, bizlerden farklı olmayarak iki ayağa ve bir başa sahip bir insan olduğu görülür. Ama Osman Gazi'nin, arkasında bırakmış olduğu tarihe ve nesle bakıldığı zaman, ne kadar ihtişamlı bir anlam taşıdığını görürüz. Tabi bu, kültürel ve sosyal yapımızda çok işlendiği için bu örneği veriyorum.

Demek ki bir kişiyi, bir bireyi basit kabul etmemek gerekir. Bir kişi, bir birey basit değildir. Bir insan basit değildir. Bağlı olduğumuz soy veya boy bir kişidir, ya da bağlı olduğumuz kabile bir kişidir. Demek ki bir insanın, doğmuş olduğu bir nesil var. O zaman bir neslinde yazmış olduğu ne vardır? Bir tarih vardır. Kim gibi? Osman Gazi gibi. O, bir kişi, bir insan idi. Ama bu tek bir insanın arkasında bırakmış olduğu nesil, tarihe yön vermişlerdir ve medeniyet yazmışlardır. O zaman insanoğlu, üstlenmiş olduğu o nöbette duyarlı ve sorumlu olmalıdır. Duyarsız ve sorumsuz bir anne-babadan duyarsız ve sorumsuz bir nesil doğar. Duyarsız ve sorumsuz bir nesil ise, tarihini, medeniyetini ve değerlerini kaybeder. Onun için İslam, bu neslin daha duyarlı olabilmesi için, daha aktif bir noktada kendini anlayabilmesi için, eğitsel bir yapıyla ve eğitsel bir ruhla en iyi ve en güzel şekilde yetişmesini, hem milli hem de manevi değerlerini kendisinde donatmasını istemektedir İslam.

Duyarsız ve saygısız bir neslin önünü İslam tıkıyor. Bunu da tabi ki ilk aile mektebi olan evden başlatıyor. Ev, ilk aile mektebidir. Tabi bilirsiniz ki bir erkek evlat doğduğunda ailede ilk şenlik başlar. Hâlbuki kız, annedir. Kız, bacıdır ve kızlar bizler için cenneti ayakları altında saklayanlardır. Duyarlılığı ve ihtimamı babanın kat kat üstünde olan bir şefkat ve merhamet yumağıdır kız. Ama onu kollayan, yani anneyi ve bacıyı kollayan, bayrağı, toprağı, dini ve tarihi kollayan güç erkekte olduğu için o ağırlık basıyor. Çünkü odanın içerisindeki cevherin iyi korunabilmesi, kapıdaki bekçinin donanımına bağlıdır. Eğer odanın içerindeki cevherin saklanması ve ona sahip çıkılması çok iyi isteniyorsa, onu kollamak için kapıya konulacak varlığın da çok güçlü ve çok da donanımlı olması gerekiyor. Aksi halde ne olur? O cevherin elden çıkmasına ve harcanmasına meyl edecek saldırganlar ve eşkıyalar baş gösterir.

Onun için, bir evde erkek çocuğun doğması sebebiyle bir şenlik başlar ki, İslam’ın ruh yapısının altında da bu şenlik yatar. Ondan bir ayrıcalığın, bir üstündeliğin anlamını çıkarmamak gerek. Çünkü erkek çocuk bayrağını, tarihini, vatanını, memleketini ve namusunu kollayan güç sahibi olması hasebiyle ona bir ayrımcılık verilir. O erkeğin doğumu, bir şenlik getirir ki hemen arkasında bir bayram olur. Bu bayramın adı da “sünnet düğünü” değil mi? Sünneti yerine getirme noktasında ailede bir şenlik, bir güzellik doğar. Evet, erkeğin buradaki ayrıcalığını, üstündeliğini neye bağladık? Kendisinin bir kız üzerindeki, bir kadının üzerindeki üstündeliğini neye bağladık? Onun zorluklara ve güçlüklere karşı koruyucu üstündeliğine bağladık, duyarlılık gücüne bağladık. Eğer bir erkek namusundan, bayrağından, toprağından ve dininden duyarlıysa o insana erkek denilir. Aksi halde onlara duyarsızsa bunun üstündeliği hiçbir zaman ifade edilemez, kabul edilemez.

Onun için, değerli kardeşlerim. O evde bir şenlik başlar. Ve bu şenlik, o erkeğin erkeklik dairesindeki gücünün ve kuvvetinin ispatlanması noktasında bir düğün, bir neşe ile ifade edilir. Ancak ikinci bir sünnet daha gerek. O da genelde üç yaşında, hani iki yaşından sonra emekleyerek, bir şeyler ifade etmeye çalışarak, konuşarak, bir şeyler anlatmaya çalıştığı zaman dilinin de sünnet edilmesidir. Nasıl, ne şekilde konuşacağını, hangi adap dairesinde olması gerektiğini, hangi edep dairesinde olması gerektiğini ona öğretmek gerekir. Bir İslami aile yapısında, bir ruh yapısında bu da vardır. Anne-baba, aile mektebi dediğimiz bu mektepte çocuğunun dilini de sünnet eder. Yani onun kötü konuşmalarına, kötüyü dinlemesine, gıybeti dinlemesine, yalanı dinlemesine ve söylemesine karşı önlem alır. Anne-baba onu lafzatullahla, Kuran’la, adapla, İslami değerlerle; güzel ahlakla, sevgiyle, merhametle, rahmetle ve şefkatle donatacak. Ve o dil onu harekete geçirecek. Esprilerle onun yalanını dinlemek, onun tahkirlerini dinlemek, sövmelerini dinlemek bir İslami aile mektebinde yoktur. Onun, kırmayarak, korkutmayarak, incitmeyerek, dövmeyerek, sövmeyerek yetiştirilmesi gerekiyor. Anne ve baba ona karşı bir şefkat yumağı olması gerekiyor. İşte böyle bir aile mektebinde yetişmiş bir insan, bir çocuk tarih yazar, nesil yazar. Ve o, geleceğe tarih veren, yön veren bir insan halini alır. Ama o mektebi anne baba değil de başkaları tayin ediyorsa, işte o zaman zarar doğar.

Onun için, değerli kardeşlerim. Yeni bir eğitim yılına başlandı. Bu yeni eğitim yılında yeni bir neslin, yeni bir tarihin öncüleri olacak olan bu insanlara, bu çocuklarımıza sahip çıkmamız gerekiyor. Onları donatmamız gerekiyor. Onlara, evimizde verdiğimiz aile kurallarını ve İslamî ahlak kurallarını aynı şekilde okul döneminde de vermemiz ve terk ettirmememiz gerekiyor. Onların, yarınlarının bu günlerinden daha iyi olmasını sağlamamız gerekir. Ve belirttiğimiz gibi bir tek insanın tarih donanımı, her zaman tarihimize yazılmıştır. Biliniz ki tarihleri, bir’ler yazar. On’lar, yüz’ler, milyonlar yazmaz. İstanbul denilince akla Fatih Sultan Muhammed gelir. Kudüs denilince akla Selahaddin-i Eyyubi gelir. Evet, bunların hepsi tek kişi, tek bir insandır. Ve biraz önce vermiş olduğumuz örnekte de “Osmanlı” denilince yine akla bir tek insan gelir; Osman Gazi…

Onun için, değerli kardeşlerim. Bir’lerin yazmış olduğu tarih çok önemlidir. Bu bir’leri de doğurmuş olan bir anne-baba vardır. Onlara yön veren, tarih veren bir anne-baba vardır. İşte o aile mektebi daha sonra devam edegelen mekteplerle belli bir düzeye gelmiştir. Eğitimin İslam hayatında, İslam’ın değerlerinde çok önemi vardır. Rabbimiz bunu bizlere şu ayetle ifade etmektedir: “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?”(Zümer/9) Yani burada bir inkâr ve kabul etmeme var. İslam’dan dışlama vardır. Neyi dışlama var? Bilmeyenleri. Bilmeme İslam’da yoktur. Onlar bir değildir. Onun için, muhakkak ki biz, İslam ümmeti olarak Kuran’ın bu “hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” deyimiyle kendimizi ve çocuklarımızı yetiştirmeliyiz. Muhakkak ki bizlerin bilgili, kültürlü, seviyeli, düzeyli, kalkınan, geleceğini tayin eden, boyun eğmeyen, duyarlı, düzeyli ve aynı zaman da geleceğe tarih yazabilmeyi her zaman düşünen bir toplum olmamız gerekir. Günün gündemine mahkûm olmuş, esir olmuş, köle bir toplum değil, tapıcı bir toplum değil. Geleceğe tarih yazacak ve düşünen bir toplum olmamız gerekir. “Neleri aktarabilirim” diye dertlenen bir toplum…

Evet, İstanbul'un fethiyle her zaman hayaller kurulmuş; Ebu Eyyub el-Ensari’den Fatih Sultan Muhammed'e kadar bütün gelenler, “acaba İstanbul'u fethedebilecek miyim, bu şerefe nail olabilecek miyim?” diye hayaller kurmuşlardır. Nöbet; şeref, haysiyet, medeniyet ve tarih nöbetidir. Bu nöbetlerden mahrum medeniyetlerin doğuşuna sebep olmayalım. Çocuklarımız ve bizler bu nöbeti tutmak zorundayız. Yarınları nasıl elde edeceğiz ve nasıl inşa edeceğiz, hangi tarihleri yazdırabileceğiz? Hep dünle iftihar etmek, hep dünle yatıp kalkmak, artık bu nesil bunu terk etmelidir. Dünü bize hediye bırakanlar ve bize bahşedenlerin başımızın üzerinde yerleri vardır. Biz onları ne kadar temsil edebiliyoruz? Bunun telaşına düşmemiz gerek. Biz o dünün kahramanları, o dünün medeniyet yazanlarına ne kadar güç verebiliyoruz? Ne kadar moral verebiliyoruz? Yarın, mahşerde onlarla karşı karşıya olduğumuz da onlara neler söyleyebileceğiz? “Sizin arkanızda, İstanbul'dan sonra ben de bu tarihi yazdım, Kudüs'ten sonra ben de bu tarihi yazdım” diyebilme gücüne sahip miyiz?

Evet, değerli kardeşlerim. Eğitimin altında medeniyet vardır, gelecek vardır, tarih vardır ve bu olmalıdır. Onun için, şu iki şey bugünkü neslin şu anda unuttuğu şeylerdir.

1) Bu nesil fıkhı unutmuştur. İslam’a karşı sorumluluğu unutmuştur. Fıkıh kendi aralarında ikiye bölünür. Fıkh-ı ekber ve fıkhı esğar. Büyük (ekber) fıkıhtan kastımız akaid konularıdır. Ne yazık ki bu nesil bunu bilmiyor. Evet, imanın şartlarından, akaidden ve fıkıhtan mahrum bir nesil bugün gündemde.

2) Yine bu nesil hem ibadet hem de muamelat konularında, milli ve manevi değerlerimizi ifade eden yaşantıdan mahrum bir nesildir.

Birincisi fıkıhtı. İkincisi ise bu nesil tarihini bilmiyor. Tarihten kopmuş bir nesil ve ondan dolayı da tarihi hayal etmeyen bir nesil. Geleceği tahmin ve hayal etmeyen, geleceğe yönelik projeleri olmayan, planları olmayan bir nesil var günümüzde. 

Devamı var...