“Biz içimizde kıyıya vuran dalgalarıyla coşan, köpüren bir denizin kıyısında oturup uzaklara bakarız aziz dost”

İsmail Göktürk Kahramanmaraş’ta yaşayan yazarlarımızdandır. Sütçü İmam Üniversitesinde öğretim görevlisi olarak çalışan yazarın bu günlerde iki kitabı çıktı. Daha önceleri akademik eserlere imza atan yazarın deneme ve şiir türünde kaleme aldığı iki kitabı, öncesini ve yazarın hayata bakışını sorularla aydınlatmaya çalışmak istedim ve ona bazı sorular yönelttim. İsmail bey sorularıma şu cevapları verdi.

Merhaba iki kitabın birden çıktı, hayırlı olsun. Soluk Soluğa- şiir, Erenler Dertliyiz Derman İsteriz- denemeler, daha önce de yayınlanmış kitapların vardı, bu eserlerin onlardan farkı nedir?

Değerli üstadım. Önceki kitaplar yine benim çalışma alanım olan kültür-medeniyet temelli kitaplardı. Türk kültür tarihi üzerine, medeniyet kavramı ve medeniyetimizin ihyası üzerine, modernizm, kimlik, kişilik üzerine çalışmalardı. Malumunuzdur ki akademik çalışmaların belli bir formatı vardır.  Bilimsel çalışmalar akademik formatta yazılan yazılardan oluşuyor.  Şiir ve deneme farklı bir alan. Denemeler, mensur tarzda, duygusal muhtevası ağır basan yazılar. Yine medeniyetimize dair ama daha çok bize ve öze dair, duygu yoğunluğu olan mensur metinlerden oluşuyor. Şiiri demeye hacet yok sanırım.

Yazı, yazarlık, okuma çabalarının öncesinden bahseder misin? İlk kitapla tanışman nasıl oldu?

Ali hocam, biz aynı kuşağın çocuklarıyız. Çocukluğumuzda bizim evimizde televizyon yoktu. Gençler için söyleyeceğim, elbette bilgisayarın, akıllı telefonların, internetin adı dahi yoktu. İlkokulda iken evimizde rahmetli büyük ağabeyimin kitaplığından kalan Buhari ciltleri vardı. Ben onları kısa hikâyeler gibi okurdum. Rahmetli annem bana da oku derdi. Hani bir bedevi geldi, şöyle sordu falan gibi hadis anlatımı bana hikâye gibi ilginç gelirdi. Daha sonra babası vefat eden bir arkadaşımla öksüz, yetim çocukları konu edinen Kemalettin Tuğcu hikâyelerini okumaya başladık. Sonraları Yavuz Bahadıroğlu, yine evimizde bulunan Mustafa Necati Sepetçioğlu romanları derken okuma, hayatımızın bir parçası oldu. Ben ilkokuldayken lisede okuyan ağabeyim Töre dergisine aboneydi. Töre dergilerinden milliyetçi dünya görüşüyle, Türk dünyasıyla tanıştık. Rahmetli babam geceleri kitap okuduğum için kızardı bazan, sürekli elektirik yakıyorsun gözlerin bozulacak yatıp dinlen gibi serzenişleri olurdu. Ben eski evlerde bulunan 2,5 watlık yuvarlak gece lambalarından bir kablo çekip bir düğ vasıtasıyla kendime bir sistem yapmıştım. Kitabı aydınlatırdı. Öyle okuyarak uyuyakalırdım. Sözü uzattım, daha sonra okuyan yazan çevrelerde bulundum sürekli, Bahaddin Karakoç ağabeyin Kahramanmaraş iş hanındaki Dolunay bürosuyla başlayan, sonra Türkiye Yazarlar Birliği Maraş Şubesine uzanan büyük hocalarımın, ağabeylerimin olduğu entelektüel bir çevrede bulundum sürekli. Elbette okumanın yazmanın dışında kalamazdım. Böyle bir macera bu.

Fakülteyi Konya’da okudun o yılların düşünce hayatına Konya’dan neler kattın?

Zât-ı âlîniz de Konya’da okuyan biri.  Konya’ya ilk gittiğimde ilk işim Hz. Mevlana’ya dair kitaplar alıp okumak olmuştu. Kitap alma alışkanlığımız her zaman vardı. Zafer çarşısındaki sahaflarla tanış olmuştum. Onlar benim okuduğum tarz kitapları bilir, gelince ayırırlardı. Cemil Meriç kitapları gibi. Erol Güngör hocayı kendi hocam olarak görürdüm. Konya’ya gitmeden önce de Erol hocanın kitaplarından okuduklarım oldu ama orada yeniden okudum. Okuduğum bölüm zaten düşünceyi sosyolojiyi, siyaseti, her şeyi anlamayı bilmeyi gerektiriyordu. Ayrıca bizim üniversitede olduğumuz dönem dünyada soğuk savaş döneminin bitip, yeni bir dünyanın kurulduğu zamanlardı. Dünyayı anlamamız gerekiyordu. Soğuk savaş döneminin bitmesi sancılı başlamıştı. Bir yandan Azerbaycan’da, Çeçenistan’da, diğer yandan Bosna-Hersek’te süren bir savaş vardı. Türkiye toplumsal yapı ve siyaset olarak soğuk savaş sonrası nereye evrilecekti. Velhasıl sürekli okuyor, anlamaya çalışıyorduk. Aynı zamanda mitinglerden beri gelmiyorduk. Konya’da bir büyük kitapçı vardı, Enes kitabevi. Oraya girer akşama kadar kitapları incelerdim. Bir arkadaşımla kütüphaneden bir kucak kitap alır okuyup götürür yenisini alırdık. Duyduğumuz her kavramın peşine düşerdik. O dönemin şartları içinde posta treni ile gidip geldiğimiz Konya’da, sobasız evlerde kalırdık, zor şartlarda yaşardık. Parasızdık ama şükür kafasız değildik vesselam.

Maraş merkezli bir hayatın var, kültür ve irfanını Maraş’ta çerçevesini nasıl çizersin?

Hocam, Maraş zaman zaman eleştirsek de kültür üreten bir şehirdir.  Ali Yurtgezen hocam, Maraş’la ilgili bir yazısının başlığını “mâden-i şiir-i şüerâdır” koymuştu. Küçük adacıklar halinde, birbirinden kopuk da olsa kültür-irfan üreten merkezler Maraş’ta sürekli var olmuşlardır. Sizin depremde yıkılan Gözde sitesindeki kütüphanenizin bulunduğu büronuzdan Kıraathaneye, öncesinde Bahaddin abinin Dolunay dergisine,  Türkocağı Maraş şubesinden, Türkiye Yazarlar Birliği Maraş şubesine, Mevlana kültür derneğinden İlim Yayma Cemiyetine, Hakyol vakfından Menzil vakfına, Muşlu Ahmet Ahmet Efendi’nin dergahından Ülfet vakfına ve daha nice odaklara kültür-irfan üreten merkezler olarak bakabiliriz. Maraş’ta her daim çıkan dergiler bugün bile Maraş’ın yüz akı olmakta ve kültüre katkı sunmaktadırlar. Benim şahsi maceramda, küçük yaşlardan beri birlikte olma şansım olan kültür adamı Osman Nalbant ağabey, sonraları Bahaddin ağabeyin bürosu, Muzaffer Gözükara, Ali Yurtgezen, Savaş Kıyak, İlker Ciğerlioğlu gibi büyük hocalarımın ve rahmetli Ahmet Doğan İlbey ağabeylerin nüvesini oluşturduğu, ki bu hocalarımın listesi uzundur, Fazıl Tiyekli hocamın, Mehmet Gülsu hocamın isimleri ilk aklıma gelen isimler, bir kültür-irfan çevresinde bulunuyor olmam en büyük şansım olmuştur. Elbette okuyan yazan bir kardeşiniz olarak, kuşlar hemcinsleriyle uçar denmiş, sizin gibi değerli dostlarla beraberliklerimiz bizi buralara getirmiş oldu.

Yakın çevrende yer alan yazar ve irfan sahibi insanlar var onlardan neler aldın ve kendi potanda onlara neler kattın?

Üstadım, zor sorular sormaya başladığını söylemeliyim. Zikrettiğin yahut kastettiğin isimlerden hakikaten bir şeyler alabilseydim “hayatın anlam bilgisine” ulaşmış olabilirdim. Hem denemelerde, hem şiirlerde yer alan adam olamadığıma dair metinler dikkatinizi çekmiş olmalıdır. “Başaramadım ustam” şiiri ve denemesi bu macerayı anlatıyor. Bu hayatta bir şey olduğumu iddia edemem, söyleyemem. Fakir, kendini bir türküden mülhem olarak “ben tellalım, pazarbaşım Ali’dir” diye tanıtırım. Ben Ali’nin tellalıyım. Şu hayatta yazdığım, konuştuğum, anlattığım ne varsa büyük hocalarımdan öğrendiklerimdir. Onların metaını alıp satarım. Bu hayatta duruşu, duyuşu, idraki, tasavvuru hep büyük hocalarımdan öğrendim. Ben onlara bir şey katmış olma sözünden edeb ederim. Muzaffer hocamın şiir okuyan kârîsi idim. Ali hocamın tellalı oldum. Ahmet Doğan İlbey ağabeyin haldaşı, dildaşı idim. Önceleri aykırı kişi dediği fakire, sonraları aykırı üstadım derdi. O büyük insanlarla beraberliğim, bu hayatta Cenab-ı Hakk’ın fakire lütfettiği büyük bir nimettir.

Akademi alanında geçimini temin ediyor hatta müdürlük de yapıyorsun idarenin kültüre bakışı nasıl?

Aziz üstadım. Üniversitesi fonksiyonu itibariyle kültür üreten bir kurumdur. Üniversiteye başladığım ilk dönemler -1996 yılı- 28 Şubat sürecinin başladığı dönemdi. O dönemde bile bu kardeşin derslerine Ali Yurgezen hocayı, Osman Nalbant ağabeyi davet eder, talebelere medeniyetimiz köklerini anlatmalarını talep ederdim. Hatırlıyorum, , Mustafa kök hocayı davet etmiş, Nurettin topçu üstadı anlatmasını istemiştim. Mehmet Özkarcı hoca dersime gelip slaytlarla mimari medeniyet ilişkisini anlatmıştı. Sonra üniversitede öğrenci toplulukları kurulduğunda talebelerimlşe Kültür-medeniyet Topluluğu adında bir topluluk kurmuştum. Abartmayım onlarca program yaptık. Bahaddin karakoç ağabeyden Ali Akbaş’a, Osman Sarı’dan Yaşar Alpaslan hocaya, Fatih Çıtlaktan, Ali Yurtgezen hocaya, Sadık Yalsızuçanlara, ne bileyim D. Mehmet Doğan ağabeye pek çok kültür adamını programlarda misafir ettik. İlk defa Üniversitede mehteran zafer köslerini vurdu gelerek. Efendimizden Ehl-i Beyte anma programları. Çanakkaleden, Maraş’ta kültür edebiyat programına medeniyetimizin batı ucunda yer alan Bosna programlarına kadar.  Sonra bu programlar dikkat çekmiş olmalı ki fakiri Kahramanmaraş ve Çevresi Kültürel >Değerleri Araştırma Merkezi müdürü olarak görevlendirdiler.  Güzel programlarla başladık. Örnek olması açısından üniversitemiz rektörlüğü olarak şehrimize hizmet etmiş kültür sanat insanlarını evlerinde ziyaret etmekle başladık. Fazıl Tiyekli hocam. Hüseyin Bahar Hocam, Yaşar Alpaslan hocam gibi büyüklere ziyaretler gerçekleştiriyorduk lakin pandemi diye adlandırılan salgın süreci bu programları inkıtaya uğrattı. Öğrencilere yönelik programlar da maalesef uzaktan eğitime geçilince yapılamadı. O dönem programlar internet ortamında yapılmaya devam etti. Bu süreçte Ahmet Görüzoğlu dostumla beraber onlarca radyo programı yaptık. Sonra tam yeniden klasik eğitim düzenine dönmeye çalışıyorduk ki deprem vurdu bizi. Yine uzaktan eğitime devam ettik. Deprem hayatımızı etkilediği gibi, kültürel programları da etkilemiş oldu. İnşallah önümüzdeki dönem bismillah deyip talebelerimizle yeniden başlarız diye ümid ediyorum. Sorunuzda yer alan idarenin bakışı meselesine verilecek cevap, elbette her zaman ve her şartta idarenin yapılacak olumlu işlere destek verdiği, teşvik ettiğidir.

Öz çevreye dönecek olursak Türkiye Yazarlar Birliği nin Maraş’ta etkinliği nedir?

Türkiye yazarlar Birliği, esas itibariyle adam yetiştiren bir müessese olmuştur her zaman. Kuşaktan kuşağa yetişen, okuyan yazan düşünen, meselesi olan, ama her halükarda adamlık bilgisine sahip adamlar yetiştirmek Yazarlar Birliğinin asli fonksiyonu olagelmiştir. Büyük hocalarımızla başlayan bizlerle devam eden, genç kuşağa geçen bir süreçtir bu. Depremde kaybettiğimiz Ahmet Doğan İlbey ağabeyimizin türküdarı Fazlı Bayram. Tercümanı Ferhat Ağca yeni kuşaktan iki isimdi. Bugün Hasan Ejderha’nın yönettiği Yoldaki Kalemler dergisinde şiir deneme hikaye yazan genç kardeşlerimiz TYB’nin yeni kuşağıdır. Sizin de bildiğiniz gibi sabahlara kadar süren sohbetlerde irfan sofraları kurulur TYB’de. Türkülerden damıtılmış irfandan içilir. Şiir bahçelerinde soluklanılır. Memleket meseleleri sloganla değil, fikirle idrak edilir.

Yazılarında “Bir Hocam,  dükkan“ imgeleri geçiyor bunların senin hayatında yeri nedir?

“Bir hocam” tabiri merhum Ahmet Doğan İlbey abimizin kullandığı bir tabir.  “Bir hocam” deyince aslında iki hocam kastedilir. Muzaffer ve Ali hocalarım. Benimle ilgili soruyorsan eğer, “Bir hocam” benim velîmdir. Bu velilik hayatın her alanında ve her anlamdadır. Bir öğrencinin velisi de anlaşılır, zor zamanlarında, hatta her zaman elinden tutan bir büyük de anlaşılır,  irfan öğrenilen büyük zâtlar da anlaşılır. Her anlamı doğrudur. Dükkân da Ahmet abinin Yazarlar Birliği için kullandığı kavramdır. Biz o dükkânın çırağı olageldik. “Eksi alıp artı sattık” zaman zaman. Ama hep kârda olduk. Hayatımdaki yerini sordun, hayatımın merkezinde olan kavramlar oldu bunlar benim. Başka, dışarda bir hayat aramadım zaten.

Yazılarında rind meşrep üslup var Yetim Zülal olmak mı muradın?

Soruları gittikçe ağırlaştırıyorsun. Osman Sarı ağabeyin bir beytini hatırlattı sualin bana. “Er geç basar bağrına sevgili gibi beni / Ne denli meydan okur gibi dursam toprağa”. Üç günlük fani dünyada, bunca yakının, dostun öbür aleme uğurlandığı bir dünyada, rindce yaşamaktan başka ne yapılır ki üstadım. Yetim zülal, dostum Murat Yücel ile haleti ruhiyemizi ifade eden bir imge olmuştu bir zamanlar. Bir karışlık mezarı vardı ve taşında yetim zülal yazıyordu sadece. Bir yetime sahip çıkamamıştı işte bu toplum, bu dünya. Bir Suriyeli çocuk sizi Allah’a şikayet edeceğim demişti. Bugün Gazze’de yetimler. Vurulup düşürülen çocuklar. Diğer yanda savrulan, küresel sistemin devşirdiği, elimizden alınan çocuklar. Söyle Yusuf’muyum kuyu muyum diyor şair. Biz nasıl yaşayalım bu dünyada, bu acziyet içinde sen söyle.

Taşra düşmek tabiri etrafında dönüp duruyorsun bu nerenin taşrası ey AZİZAN?

Dostumuz Musa Yıldız’ın “Guzdaki çocuk” başlıklı bir şiiri vardı. TYB’nin çıkardığı Gülbank’da yayınlanmıştı. “Çocuğum sen guzda kaldın” diye başlıyordu, “güneş vurmadı sana”.  Biz guz’da kaldık be üstadım.  Önce kendimizden taşra düştük. Medeniyetimizden, irfanımızdan, müesseselerimizden,  bizi biz yapan her şeyden. Uğrunda gözümüzü kırpmadan fedayı can ettiğimiz değerlerimizden taşra düştük. Eğreti yaşamaya başladık hayatı. Deprem sonrası yeniden eski hayatımıza dönme ümidiyle çadırda konteynırda yaşadığımız gibi. ama yeniden dönebileceğimiz bir medeniyet, irfan bırakmadılar bize. Bazılarımız bunu bize dayatan, yenildiğimiz modernizmin, seküler dünyanın anaforunda kaybolup gitti. Bazıları o hayata uyum sağladı. Biz seküler modern dünyaya hayretle baktık sadece, o dünyaya da taşra düşmüştük.  Biz hüviyetimize, ruhumuza taşra düştük be üstadım.

Cevheri kuşanmak diyorsun yer, yer. Felsefi anlamdaki cevherle bu nasıl mümkün olacak?

Biz insanı en güzel kıvamda yarattık buyruluyor. Ahseni takvim. Fıtrata dönmek cevherini kuşanmak olmalı. Belki Yunus diye görünmeli.  Felsefeyi sen daha iyi bilirsin.  Malum sudur nazariyesi vardır. Biz oralara gitmiyoruz tabi. Allah’ın yarattığı, meleklerin secde ettiği Adem’in çocukları, ademiyetimize yönelmekten bahsediyoruz. Milletimizin ifadesiyle adam olmaktan.  Allah’ın esmalarının yansıdığı varlıktan. Bizi adam olma bilgisine götüren Hoca Ahmet Yesevilerden Yunuslardan Mevlana Hacı Bayram, Hünkar Hacı Bektaşı Velilerden.  Belki onların gösterdiği yola düşmekten.  Muhsinlerin kurduğu medeniyetten bahsediyoruz sanırım.  Yolu da büyükler tarif etmiş. Bir kâmil mürşide varmayınca olmaz demişler.  Denemelerde almıştım hazretin nutku şerifinden. Erzurumlu Emrah’tan. “Emrah'ım ceht eyle kâli hâl eyle / Kâl ehli olandan infisâl eyle / Erenleri bul da imtisâl eyle / Seni de vâsıl-ı Mevlâ ederler”. İş kâli hâle çevirmede. O zaman cevher kuşanılır sanırım. Bildiğimden değil, okuduğumdan söylüyorum.

Devamlı bir içe dönük anlamla yazıp duruyor dahası dalgalanıyorsun, bu deniz bu sıkleti çeker mi?

Öğrencilik yıllarımda yazılmış bir şiirde içimizdeki denizden bahsetmiştim. Şöyle bitiyordu şiir: “Bir deniz kıyısında insan sevmek için yaşar”. Nedense aklıma Orhan Veli’nin şiiri geldi. Hani diyor ya tarifsiz kederler içinde, “Urumelihisarı’na oturmuşum. Oturmuş da, bir türkü tutturmuşum”. Hani diyor ya garipliğim mahsunluğum duyurmayın anama. Biz içimizde kıyıya vuran dalgalarıyla coşan köpüren bir denizin kıyısında oturup uzaklara bakarız aziz dost. Sen de böylesin bilirim. Sıkleti çeker mi çekmez mi bilmem ama o deniz hep orda duruyor.

Ruh çile ve acıyı arar der durursun bu sırra nasıl erdin?

Bu sual bir iddia içeriyor. Bu bir sır ise, fakir bu sırra ermiş midir İnan ki bilmiyorum. Ama hazreti Mevlana’nın dinle neyden diye başlayan nutkunda dediği gibi insanoğlu ayrılık derdiyle ah edip inlemektedir. Fuzuli üstad, aşk derdiyle hoşem el çek ilacımdan tabib diyor. Büyükler hep bu halden bahsediyorlar. Acı değil belki tam kelime aşktır. Çile ve aşk. Birbirini tamamlayan iki kelimedir. Biz de bunu böyle gördük uludan diyor ya ilahide. Büyükler hep bu hâl üzre olmuşlar.  Muradının şem’i yansın istiyorsan, sanırım çileye talip olacaksın. Başka yolu var mı bilmem.

Paragraflarının harcında Şeyh Galip, Yunus Emre, Hacı Bektaş Veli, Sümmani, Dede Korkut, Neşet Ertaş, Süleyman Çelebi, Köroğlu, Eşref Oğlu Rumi, Alvarlı Efe’nin dizeleri var, bu kaynağa ulaşmak için hangi çileleri çektin ey AZİZAN.-Belli ki çok sevmişsin bu sevda yükünü nasıl kaldırdın halin neydi ne oldu?

Zikrettiğin isimler milletimizin mayasının harcını karan isimler. Milleti mayalayan, millet kılan Hoca Ahmet Yesevi ile başlayıp günümüze ulaşmış bir çizgi var. Milletin mensubu olmak, milletin harcıyla yoğrulmak, milletin değerler sistemini özüne hakim kıılmak, tasavvurlarını bu değerlerle oluşturmak anlamına gelir.  Ortaokulda okuduğum Yazıcıoğlu Ahmed Bican’ın Envarü’l Aşıkîn eserini çok sevmiştim. Kuşeyrî  Risalesi’ni okurken bitiyor diye üzülüyordum. Büyüklerin hali beni her zaman celbetmiştir. Onlar gibi olamazdım, olamadım da. Ama onları çok sevdim. Aziz Mahmud Hüdayi hazretleri buyurmuş ki, Allah dostları ağaç dallarına tünemiş kuşlara benzer. Kuşlar nasıl en küçük ses duyunca o tarafa dönüp bakarsa, onlar da isimleri zikredilen meclislere nazar ederler. Ben o büyüklere meftunum. Onları çok sevdim, belki onlar da fakire teveccüh buyururlar ümidindeyim. Gayrıdır her milletten şu bizim milletimiz der Yunus. Bizim milletimizi her milletten gayrı yapan, mayasını karan Allah dostlarıdır. Selam olsun onlara ve onları sevenlere.

Deneme kitabının uzunca bir bölümü tarih okuma notlarını kapsıyor buralar başka bir kitabın habercisi mi?

Bizim milletimiz  Maverâünnehir’de Ehl-i Beyt eliyle Müslüman olmuş ve milletimize bir vazife tevdi edilmiş, i‘lâ-yi kelimetullah vazifesi. Milletimiz bu misyonu bihakkın yerine getirmişlerdir ki, Efendimizin ne güzel komutan, ne güzel asker diye övdüğü bir mertebeye yücelmişlerdir. Tarih okumalarından murad, genç kardeşlerimize hüviyetlerini hatırlatmaktır. Denemeleri bir araya getirirken, Ayasofya’nın Cami-i Kebir olarak ibadete açılmasının önemine vurgu yapmak ve Ayasofya’nın açılışına beraber gittiğimiz pandemide vefat eden yiğit dostum Hacı İbrahim Arıkmert’i yad etmek için “Fetih ruhuyla Ayasofya’da yeniden cuma namazı” başlığını atarak, açılış gününü birkaç sayfa anlatmak istemiştim. Fakat denemeye başlayınca, Ayasofya neden kapatılmıştı bahsine girdim, ordan Hazreti Fatihin ilk cumasını anlatayım dedim, velhasıl iş uzadı gitti. Baktım ki ayrı bir çalışmaya doğru gidiyor denemeleri yolladım ona devam ettim. Öyle ki, tamamen brincil kaynaklar olan gazavatnamelerden, fetihnamelerden, tevarihlerden, menakıplardan ama yine deneme üslubuyla bir fetih kitabına dönüştü. Misalen evvelûn diye bir bahis açıp Roma ile İslam mücadelelerine, İstanbul fethine yönelik girişimlere yer verdiğim bölüm bilgisayar ekranıyla 110 sayfayı aştı. Deprem olduğu saatte bu kardeşin, Tacizade Cafer Çelebi’nin Mahruse-i İstanbul Fetihnamesi’ni incelemekteydi. İnşallah o kitabı yakın zamanda bitirmeyi ümid ediyorum. Ondan önce de “Medeniyeti Bosna’dan Okumak” başlığıyla bir çalışmaya başlamıştım, her işim gibi o da yarım kaldı. Ömrüm olursa o çalışmama da yeniden döneceğim inşallah.

Çoşkun bir tabiatın var bu şiirlerde kendini daha bir gösteriyor bir anda sanki her şeyden vazgeçeceksin bu ruh hangi çağların ruhu?

Nurettin Topçu’nun bir cümlesini hatırlıyorum. Bir Anadolu çocuğu uzviyetiyle otuz yaşında olsa bile, ruhuyla kafasıyla dokuzyüz yaşındadır der. Ortaokulda Yavuz Bahadıroğlu’nun akıncı romanlarıyla başlayan yolculuk, gazavatnamelere, fetihnameler, tevarihlere uzandı. Evet ben bu aziz milletin ferdi olarak Alparslan’ın, Fatih’in misyonuna sahip olmam gerekir diye düşünüyorum. İmam-Hatip ortaokulda okurken can kardeş diye bir dergi alırdım. Dergiyi almamdan maksat ekinde verdiği Gürbüz Azak çizimi Deli Balta isimli akıncı çizgi romanıydı. Kantinin bir köşesinde okurken birden kantine merhum Yaşar Alpaslan hoca girmişti. Ben de apar topar kaldırdım elimdeki çizgi romanı. O dönemde çizgi romanlardan hazzetmezdi hocalarımız ve görürlerse kızarlardı. Hoca farkedip geldi ve yanıma oturdu. Nedir benden sakladığın çıkar bakalım dedi. Korkarak çıkardım çizgi romanı. Yaşar hoca baktı, biraz inceledi. Gadasını aldığım, bunu niye saklıyorsun, bu ne güzel birşeymiş dedi. Ben de hocalarımız kızıyor dedim. Biz bunlara mı kızıyoruz aslan çocuk, Amerikan çizgi romanlarına kızıyoruz demişti. Rahmetler olsun. Sorunu vesile edip Yaşar hocamızı anmak istedim.  Herşeyden vazgeçmeye gelince, herşey bizim mi ki elimizde tutalım yahut vazgeçelim. En nihayet bir can taşıyoruz emanet ve günü geldiğinde teslim edeceğiz.

Celal Oğlan türküsü, Yemen Türküleri seni hangi diyarlara götürüyor?

Celal Oğlan türküsü, Yemen türküsü, hatta bin miligramlık her türkü beni öncelikle Ahmet Doğan İlbey ağabeye götürür. Rahmetler olsun.  Deneme kitabında “Türkü Yazıları” başlıklı bir deneme var. Hatta o benim belki deneme olarak yazdığım ilk yazıdır. Türküler beni milletimizin hüzülerine, acılarına, yedi iklim üç kıta yetim kalmışlığına, sersefil bıraktığımız coğrafyalara ve orada garip bıraktığımız ümmetin çocuklarına götürüyor elbette. Tutunma savaşları verdiğimiz coğrafyalara, kanımızın aktığı çöllere, garip öksüz bırakılmışlığımıza. Daha çok söylenir bu konuda. Rahmetli Ahmet abi türkü çalınırken konuşulmaz derdi, sadece vecdli konuşma yapılabilir derdi. Kendisi de vecdle konuşurdu bazan. Bu soru çok vecdli konuşmalar yaptırır aziz dost. Gel burada bırakalım cevabı.

Biliyorum yol ehli, can suyunu avuçlarından içtiğin dostların ötelerde, bu acının ilacı var mı ey Azizan?

Üniversiteye başladığım ilk dönem, vizelere bir hafta kala büyük ağabeyimin bir trafik kazasında rahmetli olduğunu gece onbir haberlerinde radyodan öğrenmiştim. Öyle başladı bu acının yüreğimdeki terennümü. Sonra  babam annem ve çok yakın dostlarım göçüp gittiler bu dar-ı fenadan. Pandemi ile başladı dostların göçü.  En son deprem alıp götürdü dostlarımı. Sonrasında da gitti dostlarım. Her gidenle ıssızlaştı dünyam. Kendimi çölde kalmış yalnız bir insan gibi hissettim her defasında. Bu acının elbet tarifi olmaz. Kalp hüzünlenir, göz yaşarır buyurmuş efendiler efendisi.  Onlar güzel insanlardı, güzel gittiler. Biz de güzel gidip tekrar mülaki olmak ümidi ile vaktimizi beklemekteyiz üstadım.

İtfayeci Mustafa Çavuş’un oğlu olarak neler söylemek isterdin?

Şair Nevî’nin sözüdür, demiş ki “Nev'iyâ lâzım değil olmak filân ibn-i filân / Ma'rifet kesb eyle tâ bir âdem ol âdem gibi”. yani şu ya da bu kimsenin oğlu olmak önemli değil. Marifet kazan ki adam gibi adam olasın. Evet Mustafa çavuşun oğlu olmak benim için herhangi bir Anadolu çocuğu olmak anlamına geliyor. Babama rahmet diliyorum. Bir şey olmak için şu ya da bu ailenin mensubu olmak, falan kişinin evladı olmak lazım değil demek isterim genç kardeşlerime. İlla bir şey olmak da gerekmez. Düz vatandaş olmayı öğretmiştir bize Muzaffer hocam. Ama o düz vatandaşlık içinde irfani bir derinlik bulunabilir. Aslolan o irfani derinliğe ulaşabilmektir. Bbenim çabam da bundan ibarettir aziz hocam. Teşekkürler.

Ben teşekkür ederim. Teveccüh buyurdunuz. Okurlara da selam ve hürmetlerimi arz ediyorum.