Hani basını dizayn edecektiniz, hani basın ile kurumların arasını düzeltip, bir standart, bir kalite getirecektiniz? Öylece kaldı yerinde. Hani doktor, önce gözden, sonra da elden çıkartmak istediği hasta için, ‘Ne yerse yesin, gönlünü hoş tutun yeter!’ deyişine benzed6i bu mesele.

Basını 3 kategoriye ayırdınız, bizi kategorize ettiniz. Ondan sonra da dikiş tutmadı zaten. Çünkü yama büyüktü.

Sonunda sayın Mahir Ünal bile yorulmuş olmalı ki, elini eteğini çekti, ‘Benden buraya kadar, bundan sonra ne haliniz varsa görün!’ demedi mi Pınarbaşı’nda, Çamlıca tesislerinde.

Dedi… Hem de gözümüzün içine baka baka…

Hani gazetecileri bir çatı altında toplayacaktınız, bunun için gayretiniz olacaktı. Tabi olmadı. Baktılar ki bizden bir cacık olmuyor, herkes kendi havasında, herkes birinci sınıf gazeteci, baktılar ki bizler birbirimize düştük, onlar da kis kis güldüler, ‘Oh be, nihayet gazetecileri de böldük, birbirine düşürdük ya, yeter!’ diyerek sevinç çığlıkları attılar!

Sevgili Hakan Dereli kardeşimiz de usanmış olmalı ki, suyu akışına bıraktı. Ne yapsın, o da elinden geldiğince çırpındı, didindi durdu ama bir yere kadar! Çünkü ip kopmuştu, çünkü mesele şirazesinden çıkmıştı. Kimse olduğu yerden, ya da sınıflandığı alandan hoşnut değildi.

Ee birader, 7-8 tane dernek var. Bu şehirde kaç tane gazeteci var ki (Sayısını belirlemek için bir kahvaltılı, yemekli toplantı kafi gelir) bu kadar derneğe kapı aralıyorsunuz? Çoğunun başkanı kim, yönetiminde kimler var tanımam, etmem. Ama sorarsanız herkes başkan bu memlekette. Maşallah başkanlık furyası var, enflasyonu yaşanıyor.

Bu size biraz tuhaf gelmiyor mu?

*

Sizi temin ederim yukarıdaki başlıkta çok yazı yazarım ki kafamdaki manyak sorulara cevap verecek babayiğit de çıkmayacak, çünkü yok bu şehirde, ama maraza çıkmasın diye işi bir şimdilik fıkra ile tatlıya bağlamak istiyorum.

Ama tırsmadım, korkmuyorum, devam edeceğim. Hele şu fıkrayı bir okuyun, yorumu sonra alırım.

*

Derste, profesör bir öğrenciyi kürsüye çağırır, “Bugünkü dersi anlat bakalım evladım!” der.

Öğrenci başlar anlatmaya, ders neyse artık. Profesör sözünü kesmiş öğrencinin, “Şimdi kürsünün üstüne çıkarak anlatmaya devam et!” demiş.

Öğrenci de kürsüye çıkıp dersi anlatmaya devam etmiş. Etmiş ama profesör bir süre dinledikten sonra, “Bu kez kürsünün üstüne bir sandalye koy, sonra üstüne çık, devam et!” demiş bu kez.

Öğrenci denileni yapmış. Derken yeni talimat gelmiş profesörden; “Şimdi sandalye üstüne tabureyi koy, anlatmaya öyle devam et!”

Öğrenci bu talimatı da yerine getirmiş. Getirmiş ama düşmemek için, dengesini kontrol etmeye daha fazla özen gösterir olmuş, bu kez de konuştukça dediklerinde tutarsızlıklar baş göstermiş.

Profesör bunun üzerine, “Tamam artık!” diyerek şu dersi vererek bitirmiş; “İnsanlar yükseldikçe, dediklerinde tutarsızlıklar olur. Çünkü artık beyin söyleneni değil, bulunan yerden düşmemeyi önceler.”

 *

Özetle, insanlar büyüdükçe küçülmesini bilecek, küçük dağları ben yarattım demeyecek, mahalle kabadayısı gibi olur olmaz yerde ağzına geleni söylemeyecek, geldiği yeri unutmayacak, her şeyin bir sonunun olduğunu idrak edecek, insanlara tepeden bakmayacak, ne oldum delisi olmayacak!

Olanlara bakıyorum da…

Bu işte gerçekten bir tuhaflık yok mu?