Kimsesiz yanında başkaları bulunmayan tek başına olan; “yalnızlık” ise yalnız olma durumu ve kimsesizlik olarak tanımlanıyor. Kelime anlamlarını okurken bile içimizi burkan, bizi yaralayan bir kelime yalnızlık kelimesi. Bir bakıma da doğrudur bu hislere sebep olması. Kimse uzun süre tek başına kalmak istemez. Bazen şaka yollu “boğazına lokma takılsa bir sırtına vuranın olmalı” deriz. İnsan tek olarak yaşamak için yaratılmış bir canlı değil. Bu konuda birçoğumuzun aynı fikirde olduğuna eminim. Ama ben bu hafta, yalnızlığın kıymetli yüzünden bahsetmek istiyorum. Bazen yalnızlığın haksız yere fazla korkutucu bir noktaya konulduğunu düşünüyorum. Çünkü kıymeti bilindiğinde yalnızlık, bir insan için çok verimli noktalara taşınabilir bir huzur sağlama aracı olabilir.
Kalabalıklarla iç içe yaşamak çok güzeldir. Zamanın nasıl akıp geçtiğini anlayamayız bile. Topluluklar ortak kararlarla ne yaşamamızı istiyorlarsa ona yönlendirirler bizi. Bu topluluk iki kişi bile olsa bu durum değişmez. Peki, acaba topluluk içindeyken biz kendimizi ne kadar dinliyoruz dersiniz? Ya da buyurun tersten soralım soruyu. Biz kendimizi tanıyorsak ve bizim önemsediğimiz şeyleri başkalarına anlatıp onlara ulaştıramıyorsak; onlarca insanla iç içe olsak da aslında yalnız değil miyiz?
Burada ben kişinin isteyerek, tercih ederek zaman zaman yalnız kalmaya çalışmasından bahsediyorum tabi ki. Terk edilmişlik ile tercihen yalnızlık arasında çok ciddi bir fark vardır. Tüm yaşamımız boyunca hayatımıza giren birçok insanı dinliyoruz değil mi? İnsanların düşünceleri, insanların istekleri, hayata bakış açıları, olayları değerlendirişleri, dertleri, mutlulukları veya hayalleri… Bu kadar uzun zamanları başkalarına ayırırken acaba kendi kendimizi dinlemek için ne kadar zaman ayırıyoruz dersiniz? Bana soracak olursanız pek azımız kendimizle bir başımıza kalıp kendimizi dinlemeye cesaret ediyoruz.