“Üstelik tehlikeli bir iş o…”
Bu sözün sahibi işin tehlikeli olmasını belirtmekle kalmıyor, “İnsana şöyle diyorlar, böyle diyorlar” anlamına gelebilecek bir açıklama da yapıyor…
Nedir bu tehlikeli iş? Veya hedefe konularak şöyle/böyle olmakla itham edilen iş! Cümlenin devamında tehlikeli işi ne olduğun anlıyoruz...
Yukardaki sözler Orhan Veli’nin… Ünlü şair Orhan Veli Kanık bu sözlerin devamında “İyisi mi bir yazar, hep suya sabuna dokunmayan yazılar yazmalı” demiş…”
Bu şimdi nereden çıktı diye sorabilirsiniz. Şöyle ki günümüzde de bazı okuyucular, bazı dostlar yazarlardan şikâyet ediyorlar:
Neymiş efendim “suya sabuna dokunmadan” yazıyorlarmış…
Neymiş efendim sorunu görüp müsebbiplerini üzerine hararetle gitmiyorlarmış…
Neymiş efendim yumruğu tam kaldırmış muhatabın gözünün üstüne indirmiyormuş…
İşaret etmek…
Bir köşe yazarı olarak hakaret olmadıktan sonra eleştiriye eyvallah (teşekkür ederim) diyenlerdenim…
Akademisyen-yazar olarak köşe yazılarının temel sorunları/ihtiyaçları ve dahi çözümlerini işaret eden şekilde olmasını önemli bulmaktayım… Bunun yapıp yapmadığımın takdiri elbette sayın okuyucularımındır…
Yazılarımı takip eden bazı dostlar ise inceden inceye güç odaklarına dokundurduğumu geri bildirim olarak söylemekteler… Zaten epeyce suya sabuna dokunan yazılarım da var… Geçenlerde yolda yürüyordum bir öğretmen arkadaş aracını kenara çekip durdu, yanıma geldi ve şunu söyledi: “Hocam devir kötü yeterince açık yazıyorsunuz, daha açık yazarsanız başınız derde girer”…
Bu konuşmadan sonra kendi kendime “”suya sabuna dokunduğumuzu” duymak iyi oldu… Ama yazarları savunmak için suya sabuna dokunan bir yazı yazmaya karar verdim.
Evde kahvaltı yaparken “suya sabuna dokunan bir yazı yazacağım” dedim… Hanım hemen itiraz etti: “Sakın! Suya sabuna dokunan bir yazı yazma, ‘başın derde girer kimse de arkanda durmaz’…”
Nasrettin Hocanın Fil Hikâyesini hatırlayınca Hanım “kimse de arkanda durmaz” tavsiyesi çok da hafife alınacak gibi gelmedi…
Olsun yazarlara yöneltilen suya sabuna dokunmayan yazılar yazıyorlar eleştirilerden kurtulmak için biraz suya sabuna dokunalım…
Ama kime dokunmalı?
Birine dokunmadan kısaca sabun, su ve temizlenen nesne konusuna değinelim…
Su-sabun ikilisi…
Su, hidrojen ve oksijenden oluşan, sıvı durumunda bulunan, renksiz, kokusuz, tatsız içme veya temizlik amacıyla kullanılan bir sıvıdır… Su tek başına bir canlı veya cansız bir nesnenin temizliği için yaygın şekilde kullanılmaktadır… Bence iyi bir yazı su gibi olmalıdır… Başka bir şeye gerek kalmadan düşünceleri temizlemelidir…
Ama su tek başına temizlik için yeterli olmayabilir… Öncelikle sabun ile temizlemeyi düşünür insan… Sabun Arapça kökenli bir kelime olup kirli ve yağlı şeyleri temizlemekte kullanılan, türlü yağlarla alkaliler birleştirilerek yapılan bir temizlik maddesidir.
Sabun dışında temizlemede kullanılabilecek alternatifler çoktur: Ovalama, çitileme, hırpalama, tokaçlama vs…
Elbette duruma ve imkânlara göre bu yöntemlerden biri tercih edilecektir… Mesela tokaçlama bunlardan birisidir…
Tokaç…
Eskiden çamaşırlar “tokaç” ile temizlenirdir... Küçüklüğümüzde temizliğin tokaçla yapıldığın çok gözlemlemişimdir...
Yeni nesil pek az görmüştür. Bu nedenle tokacın ne olduğunu açıklayayım: Tokaç çamaşır yıkarken kullanılan, tahtadan, yassı tokmak şeklinde bir alettir. Kirli çamaşır bir güzel yere yatırılır, "tokaç" ismindeki bu aletle hırpalanırdı… Çamaşır büyük ve çok kirli ise tokacın büyük olması yanında tokaçcının güçlü olması ve kuvvetle vurması istenirdi…
Çamaşır o kadar büyük, kir o kadar katmerleşmiş ki su ile (naif yazıyla) çıkacak gibi durmuyor…
Belki de bu yüzden bazı okuyucular tokaçcı gibi yazar istiyordur…
Peki, bu durumda yazar tokacı eline alsın mı? Alsın
Peki, tokaçlasın mı? Tokaçlasın
Sonra, anlatalım yüzyıllarca birbirimize Nasrettin Hocanın Fil Hikâyesini…
Sahi bu yazıda ben kim(e)lere dokundum… Yorumlara yazarsanız sevinirim…
Son söz: Karaya sabun, deliye öğüt neylesin…