Geçen hafta “Suya sabuna dokunmadan” yazı yazmaya yapılan eleştiriler çerçevesinde “suya sabuna dokunan” bir yazı yazmıştım...
“Suya sabuna dokunmamak” Türkçemizde bir deyimdir. Sakıncalı konularla ilgilenmemek; davranışlarını kimseyi incitmeyecek biçimde ayarlamak anlamına gelmektedir…
Sakıncalı konularla konusu önemlidir…
Sakınca çekince, engel, mahzur anlamındadır… Ortaya engel çıkarmak, sakınca yaratmak anlamında “Mahzur doğurmak” diye bir deyimimiz vardır… Yakup Kadri’nin deyimi ile bir yazının “Ne gibi mahzurlar doğurabileceğini görmemezlikten gelmek mümkün değildi.” Yakup kadri gibi birçok yazar-çizer de “Mahzur doğurmak” konusunu dikkate almıştır… Çünkü bu tür konular gündeme geldiğinde Mevlana’nın Mesnevi’deki bir hikâyesi hatırlatılmıştır…
Önce bir hikâye…
Arslan, kurt ve tilki ava çıkarlar ve bir öküz, bir keçi, bir de tavşan avlarlar.
-Aslan: “Ey kurt, avladığımız hayvanları aramızda adaletli bir şekilde paylaştır” diye emreder.
-Kurt: “Padişahım! İri olan bu öküz size yakışır, keçi, bana uygundur, avımızın en küçük parçası olan tavşan tilkinin hakkıdır” der.
-Aslan; Bu paylaştırma karşısında kızıp kükrer ve ”Ey kurt! Nasıl paylaştırdığını pek anlayamadım. Yaklaş ve karşıma geç de bir daha söyle” der. Yanına yaklaşınca bir pençe vurarak kurdu yaralar.
-Aslan; tilkiye: ”Ey tilki! Şimdi bu avları adaletli bir şekilde sen paylaştır” diye emreder.
-Tilki: “Bu semiz öküz, efendimizin kuşluk yemeğidir; keçi aziz padişahımıza öğle yemeği için güzel olur; Sultanımızın akşam yemeğindeki çerezi de tavşan olsun” der.
-Aslan: “Ey tilki, adaletin ışığını sen yaktın, tam hakça paylaştırdın, söyle bakalım, bu taksimi kimden öğrendin?”
-Tilki: Kurnazca gülerek, “Kurdun başına gelenlerden efendim” der.
Hikâye böyle ama ya gerçekler!
Sonra gerçekler…
Aydınların suya-sabuna dokunmama kültürünü anlamak için geçmişte yaşanmış örneklerin iyi irdelenmesi gerekir. Çünkü bunların etkilerini günümüzde hala hissedilmektedir. Örnek olarak farklı dönemlerde üniversitelerde zaman zaman yaşanan çalkantıları verebiliriz… Türk yükseköğretiminde 1933, 1960 ve 1980 büyük buhranlar; 1948, 1971 ve 1997 küçük buhranların yaşandığı yıllar olarak anılmaktadır…
Üniversiteler üzerinde geçmişte yaşanan radikal uygulamaların ne boyutta olduğuna Darülfün’un İstanbul Üniversitesine dönüştürülmesi sürecinde yaşananlar tam ibretliktir. Darülfün’dan 1933 yılında 260 akademisyenin 157’inin üniversiteyle ilişkisi kesilmiştir. Bu ilişki kesilmelerinden devlet ideolojisine bağlılık esas alındığı iddia edilmektedir (bk. T.M. Hatipoğlu, 2015, Üniversite Üzerine Dertleşi, Selvi Yayınları Ankara).
Elbette başka örneklerde vardır: Cumhuriyetin ilk rektörünün akıbeti de dikkat çekicidir. Cumhuriyetin ilk rektörü olan İsmail Hakkı Baltacıoğlu’dur. Baltacıoğlu 1923-1925 yılları arasında Darülfün’un Emini (üniversite rektörü) olarak seçilmişti. İlk rektörün 1933’te Darülfünun kapatılıp yerine İstanbul Üniversitesi açıldıktan sonra kurumu ile ilişkisi kesildi. Ancak, 1942 yılında Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’ne profesör olarak atandı…
İyisi mi?
Bu hikâye ve gerçeklere bakılırsa aydınlarımız “kültürümüzün ve çelikten bürokrasinin” Demokles'in kılıcı gibi üzerlerine sallanan ikliminde yaşamaktadır…
Bu iklimi toplumumuz niçin görmezde aydınlara (yazar, akademisyen vd) yüklenir?
Nasrettin Hocanın Fil Hikâyesi uzaylılar için mi anlatılmakta?
Galiba Orhan Veli Haklı! “İyisi mi bir yazar, hep suya sabuna dokunmayan yazılar yazmalı” diye sitem etmişti…
Galiba Hanımım da haklı! “Sakın suya sabuna dokunan bir yazı yazma, ‘başın derde girer kimse de arkanda durmaz’…” demişti.
Siz ne dersiniz?