Cami cemaati, toplumun bütün kesimlerinin vitrinidir. İnsan orada her türlü insan tipiyle, her partiden, her tarikattan, her meslek erbabından insanlarla haşir neşir oluyor.
Bir gün namazda huşu konusunu işlemiştim sohbette. Cemaat namazdan dağılırken birisi bana yaklaştı ve bir sorusu olduğunu izah etmeye başladı. İmam odasına aldım, rahat konuşalım dedim. Bana “Hocam, ben daha önce namazda bir türlü kendimi havatırdan alamıyordum. Ne yaptımsa olmadı. Ama şimdi çaresini buldum. Şeyhimin kartpostal resmini yanımda taşıyorum. Namaza dururken çıkarıp şeyhimin fotoğrafına bakıyorum. Namaz boyunca da aklımdan çıkarmıyorum. Çok huzurlu bir namaz kılıyorum.” dedi. Ben de: Kardeşim, bu yaptığın putperestliktir, sakın bunu bir daha yapma. Biz namazda yalnızca Allah’ı (cc) düşünebiliriz dedim. Bana acıyarak baktı ve dedi ki: “Senin için inancı zayıf bir adam diyorlardı, demek ki doğruymuş.”
Konumuz tarikat, tasavvuf ve taassup.
Şimdi devir tarikat devri değil, hakikat devri diyenleriniz çıkabilir. Unutmayın, Osmanlı’yı 600 yıl ayakta tutan amillerden biri, devletin dergahlara ve tasavvuf ehline yaklaşım tarzıdır. Osmanlı hiçbir zaman dergahları düşman kabul etmemiş, tasavvuf ehline itibar etmekle birlikte, tarikatları bütün zamanlarda denetim altında tutmuştur. Düşünün, İstanbul’un 600 bin nüfusunun olduğu dönemlerde 300’ü aşkın dergahın faal olduğu bir Osmanlı’dan bahsediyoruz. Osmanlı, tasavvufu “imanı, ihsan gibi muhteşem bir ufka taşımanın adıdır” diye tarif ediyordu.
Tasavvuf, Peygamber varisi mürebbilerin elinde nefsin terbiye edildiği mekteplerdir.
Osmanlı Cihan Devleti büyük bir ileri görüşlülükle halkın fıtratında var olan dindarlık, dini hayatı zengin bir şekilde yaşamak, Allah dostlarına saygılı davranmak, Evliyaullah’a sevgi, gibi duyguları çok iyi yönetmiş; zaman zaman ülke güvenliğinde, zaman içinde de fütuhatlarda, toplumun huzur ve sükununun sağlanmasında dergahlardan istifade etmiştir.
Dervişliği, “Masivadan Allah’a sığınmak” olarak anlayan Osmanlı padişahları ve tebaası, asırlarca dünyaya örnek bir toplum huzuru sunabilmişlerdir.
Ne var ki, Cumhuriyet’le birlikte hilafetin kaldırılması, tekke ve zaviyelerin kapatılması, manevi hayatımızın zenginliği olan dergahları yer altına çekilmeye zorlamış, illegal oluşumlara kapı aralanmıştır.
Hele bir de asırlardır Osmanlı’nın titizlikle kayıtlarını muhafaza ettiği, mensuplarını yakın takibe alıp itibar zedeleyici her davranıştan uzak tuttuğu, Evlad-ı Rasul’ün kayıtlarının tutulduğu Nakıbu’l-Eşraf Müessesesi lağvedilince işte o zaman kıyamet kopmuştur.
Şimdi, kerameti kendinden menkul, şeceresiz, Evlad-ı Rasul olduğunu iddia eden, sahabe torunuyum diyen adamlar tarikat, dergah, tasavvuf bırakmadılar. Allah yardımcımız olsun.
Aksaklık nerede?
Şöyle izah edebilirim. Diyanet İşleri Başkanlığımız yapısı itibariyle hizmet alanı olarak camiye ve müftülüğe gelebilen Müslümanlara hizmet etmek zorunda bırakılınca, kanun gereği tekke ve zaviyelerle en ufak bir teması olmayınca o dergahlar neredeyse tamamen merdiven altı oluşumlara terk edilmiştir. Bir şeyi görmezden gelmeniz, o problemi ortadan kaldırmıyor. Yani tekke ve zaviyeleri yasaklamanız, tekke ve zaviyeleri ve onlara olan ihtiyacı ortadan kaldırmıyor. Osmanlı’nın müthiş bir disiplinle şeyhlik postuna oturacak olanların bile icazetinin Şeyhülislamlık müessesince verildiği, idari ve siyasi yönden sıkı bir denetime tabi tuttuğu tarikatları biz yasakladık deyince ortadan kaldıramadık.
Aksine, manevi çöküntüyü hızlandıran, suiistimal ve istismarların daniskasının yapıldığı bir pazara dönüştürdük. Hele her dönemin siyasi iktidarlarının farklı niyetlerle, farklı dergahlara verdikleri destekleri de sayarsak, taşeron örgütlere benzettik dergahları.
Şimdi ise iyice holdingleşen topluluklar olarak, devletin boş bıraktığı alanları doldurmayı cemaatleşme zanneden topluluklara teslim olduk topyekun.
Buna bir de “benim şeyhim senin şeyhini döver, benim şeyhim zamanın kutbu, ya bizdensin ya fasıksın” cahilliklerini katarsanız geldiğimiz noktayı daha iyi anlarsınız.
Hani dervişlik; dövene elsiz gerek, sövene dilsiz gerek, derviş gönülsüz gerek idi. Şimdi azgınlaşan nefislerimiz şahsımızdan başkasını nerdeyse İslam dairesinin dışına atacak seviyeye ulaştı.
Efendimiz’i (sas) bize, “Size okuduğu Kur’an, ancak kendisine bildirilen bir vahiydir.” (Necm Suresi, 4.ayet) diye tarif eden Allah, Hz.Muhammed Mustafa’nın bile vahyin dışında Allah’ın izni olmadan gaipten haber vermediğini bildirmişken. Şeyhinin gaipten haberleriyle efsunlanan şu milletin evladına Allah acısın, hidayet eylesin.
İktidarların zaaflarından yararlanarak büyük bir taassupla ellerine geçirdikleri makamları kendi meşreplerine mensup, ehil olmayan adamlarla dolduran idarecileri Allah ıslah etsin.
Sahabe-i Kiram, zihinlerinde oluşan her soruyu rahatlıkla Allah Rasulü’ne (sas) sorabiliyorlardı. Şimdi kurşun asker gibi her duyduğu talimata körü körüne itaat eden adamlar, biriken sorularıyla birlikte büyük bir tükenişe doğru yol alıyorlar.
Herkes, şeyhinin hatalarını teville meşgul. Rahmetli İsmet KARAOKUR Hocam son sohbetlerinde İmam Hatip okulu öğretmenlerine şöyle seslenirken son nefesini verdi. Allah rahmet eylesin: “Kardeşlerim, Allah aşkına sevdiklerinizin hatalarını keramet gibi görmeyin. Hata, hatadır. Kim yaparsa yapsın, hatadır.”
Tasavvuf, taassuptan kurtarılmalı. İnsanlar ihsan mertebesine ancak o zaman ulaşır.
Mevcut iktidarı buradan uyarıyorum. Eğer Şeyhülislamlık müessesesi gibi teşkilatlanarak, Diyanet İşleri Başkanlığı’nı bütün dergahların denetiminden mesul tutmazsanız, şimdi boğuşmak zorunda kaldığınız paralel örgüte pabuç giydirecek yeni oluşumların şerrinden Allah korusun sizleri.
Kalın sağlıcakla.