Yıl 2017… Emekli öğretmen “Salman Hoca” televizyondaki konuşmacıyı izlerken dinlediği veya bizzat yaşadığı hatıraları canlanmaya başladı…
Yıl 1905…
Kış mevsimi… Ulu Cami’nin hemen arkasında yer alan Kurtuluş Mahallesi’nde bir ev… Sabaha karşı mahallenin ebesi Baytar Mustafa Efendi’nin evine telaşla giriyor… Bu arada Ulu Cami’den yükselen sabah ezanı kalenin surlarına ve tepeye doğru yükselen Kurtuluş Mahallesi’ndeki evlerinin duvarlarına çarparak göklere yükseliyordu…
Baytar Mustafa Efendi “elbette aktif yapılan dua uykudan hayırlıdır” diye mırıldandı… O anda odadan bir bebek sesi tüm evi doldurdu… Kadınlardan biri odanın kapısını açıp, başını uzatıp gülümseyerek “müjdeler olsun bir erkek evladınız oldu” dedi…
Baytar Mustafa Efendi’nin babası “Şeyh” lakaplı Müderris Veli bu yeni doğan çocuğa “O mübarek insanın ismini söyleyemeyiz” diyerek Mehmet ismini koydu…
Şeyh Veli büyük bir bilgindir… İmparatorluğun çökmekte olduğunu görmüştü… Sürekli olarak sohbetlerinde “Temel sorunumuz milletin çocuklarının zihninin kavruk/zabun halde bırakılması” olduğunu izah ederdi… Bu nedenle oğlu Mustafa’yı dini tedrisat yanında fen bilimleri (baytar) eğitimi almaya teşvik etmişti….
Şeyh/Molla Veliye göre medreseler eğitimdeki çağdaş gelişmelere ayak uyduramamıştı… Burada talim gören gençler iyi eğitim almadığından zihnen zayıf ve cılız kalıyordu. Ona göre bu durum bedeni zayıflıktan daha tehlikeliydi…
Şeyh Veli’nin bu ısrarlı vurgusu zamanla müderris unvanının önüne geçerek bu aile “zabunzade”ler olarak tanınmaya başlamıştı…
Yıl 1913…
İmparatorluk “hasta adam” olarak her cepheden saldırıya uğruyordu… Mehmet henüz çok küçük cepheye gidecek halde değildi… Ama babası Baytar Mustafa Efendi vatan savunması için taa Yemen’e gönderiliyor… Bundan sonra Baytar Mustafa Efendi’den hiçbir haber alınamadı… Zaten Sünni-Türk çocukları cephelerde… Mehmet(ler) dedesinin dediği gibi kavruk/zabun kalmaya mahkûm ediliyordu… Yetim bırakılan “Sünni-Türk” çocukları…
Aslında Mehmet gürbüz ilerde bir pehlivan olacağı tahmin edilen bir çocuktu… Bu topraklar kavruk bırakılan Mehmetlerin yaşadığı yerdir…
Yıl 1934…
Pehlivan görünümlü genç bir adam hükümet konağına doğru yürüyordu… Bu esnada kendi kendine “bu nedir, ne işe yarayacak?” diye düşünüyordu… Başında taşıdığı şapkayı çıkartarak eline aldı ve nüfus dairesine girdi…
Buraya gelme sebebi 21 Haziran 1934 tarihinde çıkartılan “Soyadı Kanunu” idi… Bu Kanunun (Kanun No: 2525) 1. Madde “Her Türk, öz adından başka soyadını da taşımaya mecburdur.” şeklindeydi…
Kendi kendine “Hükümetin bir bildiği var, boz adamlar (!) bu işlerden ne anlar ki” dedi.. Nüfus müdürüne, “Bey! öz adımdan sonra ‘Zabunzade’ yi soyadı olarak almak istiyorum” dedi…
Müdür; cevap vermeden sözlüğe baktı… Sonra, “Zabun; ince, zayıf, güçsüz anlamındaymış… Zabun, Kanunun 3. Maddesine takılabilir. Başka bir şey düşünelim. Hem sen güvenilen bir adamsın “güven” soy ismi sana yakışır. İstersen “er” veya “ç” ekini de ekleriz” dedi…
YIL 2017…
Emekli öğretmen “Salman Hoca” Dede “ödevime bakar mısın?” diyen torunun sesiyle daldığı hatıralar(ın)dan uyandı… Hatıralarını televizyonda izlediği konuşmacı tetiklemişti… “Evet bu onun torunu olmalı dedi” kendi kendine….
Torununun ödevini kontrol etmeye başlamadan televizyondaki konuşmacının sözleri kulaklarında çınlıyordu: “Biz kibire, gurura kapılmamalıyız… Biz mazlumun ve mağdurun yanında yer almalıyız… Biz yoksulluğu-yoksunluğu yenmeliyiz, bu kesimlerin elini sıkmalıyız, onların sesi olmalıyız… Bunlara dikkat etmezsek…”
Devletimiz (Gücümüz olarak da düşünün) yıkılırken temel sorunun yüzyıl önce “zihni zabunluk” olduğunu söyleyen ses ile “yoksulluk ve yoksunluğu” mücadele edelim diyen ses aynıydı… Aynı soydandı…
Torununa dönerek, Evladım “Asıl bal kokmaz” dedi…