KADRİYE KIRDÖK; Yazmaya Güneş Gazetesi’nde başladınız, ardından Yeni Yüzyıl Gazetesi en son Cumhuriyet Gazetesi’nde devam ettiniz. 2021 yılında 8 yıl köşe yazdığınız Cumhuriyet Gazetesinden ayrıldınız. Tempo, Öküz gibi dergilerde de yazılarınız yayımlandı. Son zamanlarda da roman ve hikayelerinizle yazım hayatınıza devam ediyorsunuz.
Babanızın subay olması hasebiyle Gölcük’te başlayan ilkokul öğreniminizi Van_ Tatvan’da bitirdiniz. Aynı ülke sınırları içinde farklı kültürleri, üstelik o yaşlarda deneyimlemiş olmanız çok önemli, babam öğretmen olduğu için ben de aynı serüveni deneyimledim. İnsana çok şey katıyor, ruh dünyanız da değişiyor. Babanız komünistti ve evinizde bu görüşteki kitapların okunduğu entelektüel bir ortamda büyüdünüz. Şimdilerde diyorsunuz ki; “ne komünistim ne sosyalist, kredi kartı olan bir anarşist sempatizanıyım.”
MİNE SÖĞÜT; Evet anarşistim diyemem, cebimde kredi kartım var. O yüzden sempatizanıyım.
KADRİYE KIRDÖK; Bu cümle çok hoşuma gitti. Aslında buradan şu soruya varmak istiyorum; devlet, toplumun en büyük ve tehlikeli, aile en küçük ve tehlikeli kurumu derken ne demek istiyor Mine Söğüt?
MİNE SÖĞÜT; Aralarında bir bağ var çünkü bir iktidar tarif ediyorlar. Birlikte yaşamayı, eşitlik ve anlaşmayı bir adalet üzerine değil, bir hüküm üzerine, bir hükümdarlık üzerine yapılandırıyorlar. O açıdan baktığım zaman çok tehlikeli ve sorunlu buluyorum. Aileye yüklenen, çocuk, kadın, anne, baba, büyük ebeveynlere dağıtılan roller, otorite, iktidar, birbirini yönetme modeli kutsallaştırıldığı zaman aynı modeli sanki iyi bir şeymiş gibi görüyorsunuz. Oysa artık biz eşitliği, birlikte yaşamayı, birbirimizi anlamayı düşünebilecek bir seviyedeyiz. Aslında değiliz ama olmalıyız ya da bunu tartışmamız gerekiyor. Biz diktatörlük üzerine yapılanmış ne aile ne de devletten artık bir medet ummamalıyız, bunu sorgulamalıyız. Bu yapılar nasıl değişir, farklılaşır bunları tartışmalıyız.
KADRİYE KIRDÖK; Yirminci yüz yıl edebiyatçısı, o dönemin sosyalisti, özellikle öğretmen olduğu için çocuk masalları yazmış diye düşündüğüm Samet Behrengi’nin Küçük Kara Balık kitabıyla okuma yazmayı öğrendim diyorsunuz. O dönem ebeveynleriniz size Behrengi’nin masallarını okuduğu , onları duyarak büyüdüğünüz için muhtemelen etkilendiğinizi düşünüyorum. Mine Söğüt hikayedeki gibi denizin içinde doğruyu arayan , bulduğu doğruları arkadaşlarına anlatan bir kara balık mı, Mine Söğüt bu dünyada, bu alemde varoluşunu bu yönde mi çözdü?
MİNE SÖĞÜT; Bir anlamda evet, çünkü ben soru sormanın, körü körüne inanmamanın, şüphe duymanın , doğruyu aramanın mantıklı ve daha yapıcı bir şey olduğunu Behrengi’den öğrendim. Fırsat eşitsizliğinin bir sorun olduğunu, kendimiz gibi olmayanlarla empati kurmayı da ondan öğrendim. Behrangi’ye Nazıp Hikmet ‘de derim, onun şiirlerini de ezberledim. Bu her iki edebiyatçı da benim hayatımda ilk öğretmenlerim . Dünyaya nereden bakmam gerektiğini düşünmeye başladığım andan itibaren çocukken okuduğum o çok duygusal, adaletten , fırsat eşitliğinden , düzenin sorunlarından bahseden çocuk masalları ya da dünyayı en sert yerinden anlatan ve sorgulayan büyükler için yazılmış şiirler bana çok şey öğretti. Öyle birimiyim bilmiyorum ama sormak, araştırmak, yap denileni yaparken önce düşünmek, bunu gerçekten ben yapar mıyım, yapmaz mıyım diye kendi irademin, kendi fikrimin bir önemi olduğunu bilmek sanırım çocukken aklıma girdi.
KADRİYE KIRDÖK; Romanlarınızda toplum dışına itilmiş, standartlara ve normlara uymayan karakterlere çok fazla yer veriyorsunuz. Son kitabınız Başkalarının Tanrısı kitabınızda daha mı fazla diye düşünüyorum. Bunun sebebi nedir?
MİNE SÖĞÜT; Aklımın almadığı, itiraz ettiğim, soru sorduğum bir düzenin içine bakıp da yazıyorum. Yani sokağa, hayatımıza, başımıza gelenlere bakıp yazıyorum. Kötülüğün sebebinin otopsisini çıkarmaya çalışıyorum. Kendine değil, dışarıda yaşadığı dünyaya dört gözle, büyük bir merakla, sorularla ve itirazla bakan bir insanım.
KADRİYE KIRDÖK; Yani empati kuruyorsunuz.
MİNE SÖĞÜT; Empati kuruyorum, sorumluluğumuz olduğunu düşünüyorum. Madem bir arada, aynı çağda, aynı dünyada yaşıyoruz, neden itiraz ettiğimiz şeyleri değiştirme gücümüz yok. Değerlerimizde bir sorun mu var acaba? O yüzden tabulara, inançlara, korkularımıza çok bakıyorum. Bunlara bakarken de en sert örneklerden, en zorlu hayat yaşayan karakterlerden yola çıkıp hikayeler anlatıyorum. Çünkü özellikle son kitabımda, önünden geçtiğimiz, görmezden geldiğimiz bir dünya var. Bu görmezden gelme hakkını kendimize hangi bahanelerle tanıyoruz, buna nasıl katlanıyoruz? Normalde bu durumda yakınlarımız olsa bambaşka davranırken, her gün çok zorlu hayatlar yaşayan insanların yanlarından sanki onlar yokmuş gibi, üzülerek, vicdan azabı duyarak geçebiliyoruz. Evsizler , dilenciler, göçmenler, çocuklar…Önce sokaklarda çingene çocukları vardı, sonra doğudan gelen Kürt ailelerin çocukları, bugün Suriyeli çocuklar var , yarın başka çocuklar olacak. Biz devamlı minicik çocukların üzerinden atlayarak geçiyoruz. Bundan dolayı sokağı yazıyorum, birazcık alan açma anlama amacıyla.
KADRİYE KIRDÖK; Aslında hem zor hem kolay bir çağda yaşıyoruz. Enformasyon kirliliği, bilginin çok tehlikeli sularda yüzdüğü, gerçeğin ne olduğunu anlayamadığımız bir çağda modern insan kendini nasıl koruyabilir? İstanbul’da uzun yıllar yaşayan Mine söğüt şimdi Gümüşlük’te bir köyde yaşamayı tercih etti. Kendinizi böyle mi korumaya aldınız ?
MİNE SÖĞÜT; Baktığım yerden kaçan biri değilim. Bir defa kendimi korumuyorum, korumaktan yana değilim , tam tersine olan biteni yazan insanım. Kötülüğün içinde olmayı özellikle tercih ediyorum. Köyde yaşıyorum; temiz hava var, toprağa daha çok basıyorum, denize daha çok giriyorum, gök yüzünü daha iyi görüyorum, ılıman bir iklimde yaşıyorum ve daha az insanla yaşıyorum, bunlar cepte. İnsana yakışır, olması gerektiği gibi şehrin vahşetinden kopuk gibi ama bir ayağım da İstanbul’da ve ülkede ne olup bittiğinde. O yüzden buna koruma değil, tercih diyebiliriz. Kendi özel alanımı çok düşünerek, ne istediğimi iyice tartarak, zamanla ve emekle oluşturdum. Bunu ben her alanda yaptım. Çünkü yapabileceğime hep inandım. Koşullar ne kadar zor olursa olsun insan tercih ettiği gibi yaşar .Kendi özel dünyamı tıpkı mekanım gibi duygusal olarak da korunaklı yaşarım. Ama dediğim gibi bu dışarıdaki o vahşi dünyadan kopuk olmamı gerektirmiyor. Tam tersine o korumasız yerde insanı, hayatı anlama çabasındayım. Dikkatli ve kendimi nerede tutacağımı kollayarak ama hiç kopmadan, o gerçekliğin içinde yaşıyorum hala.
KADRİYE KIRDÖK; Geçmişe baktığınızda keşkeleriniz var mı?
MİNE SÖĞÜT; Keşkelerim hiç yok. Çok dikkatli ve düşünerek yaşamayı çok küçük yaşta öğrendim.
KADRİYE KIRDÖK; Korkularınız var mı?
MİNE SÖĞÜT; Enteresan biçimde korkum da yok. Korkmayı bilmem ben. Korkmak için ya da keşke için güçsüz olmanız lazım. Beni neden korkuttuklarını düşünürüm, insanların istemedikleri şeyleri yapmak zorundaymış gibi yaşadıklarını düşünürüm. Bunları düşündüğünüz zaman kendi hayatınızda ne yapay korkularınız ne de keşkeleriniz oluyor.
KADRİYE KIRDÖK; Gazze’deki savaşla ilgili ne düşünüyorsunuz?
MİNE SÖĞÜT; Gazze üzerinden değil, genel olarak savaşa çok sert bakarım . Savaşın haklısı haksızı olmaz .Tarih kitaplarına baktığınızda her ülke kendi savaşını haklı anlatır, kendi açısından haklıdır da .O yüzden bir çıkışsızlık vardır. İnsanlığın ilk gününden bu yana savaş bir kan davasıdır. Kan davaları tövbe ederek biter. İki tarafta hesaplaşmayı bırakır ve birbirini öldürmenin çok kötü bir şey olduğuna karar verirse biter. Ben gazetede köşe yazarken , kitaplarımı yazarken , yaşarken de devamlı tekrarladığım ve çok önemsediğim bir şey var; savaş suçu diye bir şey olmaz , savaşın kendisi artık suç olmalıdır. İnsanlığın mevcut savaş yöntemlerinden başka hesaplaşma, anlaşma , tartışma yolunu bulması gerekiyor. Sorunlar bitmez ama bu sorunları halletme yöntemlerini değiştirebilir insan .Biz büyürken dünya silahsızlanmadan bahsedebiliyordu. Çünkü iki büyük dünya savaşından , Japonya’da , Almanya’da yaşananlardan sonra savaşın ne kadar korkunç bir şey olduğunu bütün insanlık hissetmişti. Şimdi her ülke hem kendi halkına hem diğer ülkelere savunmasının ne kadar güçlü olduğuyla övünüyor, bu korkunç bir şey. O yüzden Gazze’deki savaş mevcut durumda çok korkunç. Bebekler ölüyor, bebekler ölmesin de yirmi yaşında çocuklar mı ölsün, yani her savaşta her iki taraftan da kimlerin öldüğünü bir düşünün. O bebeğin daha on beş yirmi yıl yaşamış genç insan hali de ölüyor . Biz bunları hiç konuşmaz , tartışmazsak , spesifik savaşlar üzerinden taraf tutarsak bu söylemin bir anlamı kalmaz. Ben artık savaşın suç olduğu bir dünya için konuşulması gerektiğini düşünüyorum. Savaş suçu diye bir şey olamaz, şunu şöyle öldürün, bunu böyle öldürün, şunları yapabilirsiniz , bunları yapamazsınız demek olmaz. Bu arada müthiş bir legal ve illegal savaş ekonomisinin olduğunu ,hem bireyleri hem devletleri nasıl beslediğini biliyorsak ben hiç bir savaşa haklı, haksız diye bakamam. Bin yıllardır çok kolay düştüğümüz bir tuzaktır savaş. Bir yüz yıl bunu konuşuruz, ondan sonraki yüz yıl düşünürüz, belki birkaç yüz yıl sonra başka bir yerden bakabiliriz. Biz niye savaşıyoruz, ne için savaşıyoruz ve savaş ekonomisi nedir, bunu ısrarla konuşmamız lazım.
KADRİYE KIRDÖK; Mine söğüt aşk ile ilgili ne düşünüyor? Dünyada aşkın bir bedeli ödenmesi gerekiyorsa bu bedeli en çok hangi taraf ödüyor sizce?
MİNE SÖĞÜT; Bence iki taraf ta ödüyor. Ben kadınların mağdur ve zavallı, erkelerin de vahşi insanlar olduklarını düşünmüyorum .O kadar tuhaf bir ahlak anlayışımız var ki, erkeğe ve kadına biçtiğimiz rollerimiz ,kalıplarımız sayesinde her iki taraf da birbirini aşağıya çekerek işin mağduru oluyor. Zannetmiyorum ki daha düne kadar bebek olan bir erkek yetişkin bir adam olduğunda etrafındaki kadınlara zarar vermek ve onları öldürmekten zevk alan bir canavar olsun. Ya da kadın kolay öldürülebilen , kendini savunamayan, varlığını ortaya koyamayan aciz ve mağdur olmaya doğuştan aday bir tür olsun. Bence birlikte oluşturduğumuz ve onayladığımız ve iyi zannettiğimiz ahlaki bakış açıları, kadına ve erkeğe bu rolleri veriyor. O yüzden ben, ahlakın da çok tartışılması gerektiğini düşünüyorum. Kadın ve erkeğin birlikte olması, doğurganlık, aşk ,cinsellik gibi çok pozitif şeyleri dünyada , doğada ve insan bünyesinde negatife ve tehlikeye dönüştüren biz kendimiziz. Hepimiz inancımızdan, ahlakımızdan, kültürümüzden yola çıkarak buna baksak , bu kadar güzel bir şey neden bu kadar tehlikeli ve ayıp bir şeye dönüşüyor. Biz ne zaman doğamızla bu kadar kavga eden, onu yanlış kullanan bir türe dönüştük ,bunu sorgularsak bence kadına da erkeğe de bambaşka bir yerden bakabiliriz.
KADRİYE KIRDÖK ;Ahlak belanızı versin diye bir atölyeniz var. Bu atölyede ne yapıyorsunuz. Atölyeyi kurma amacınız neydi?
MİNE SÖĞÜT; Yirmi kişi sabahtan akşama kadar bir odaya kapanıyoruz ,ahlak üzerine konuşuyoruz. Bilhassa gazeteci olduğumdan, basın ve medya ahlakından yola çıkıyoruz. İlk üç saat nasıl okumalar yaptığımızı tartışıyoruz. Sonra biraz da bireysel ahlakımıza bakıyoruz. Yine gazetecilik işimden yola çıkarak, tecavüze uğradığı için kendini öldürmüş bir genç kızın medyaya yansıyan haberlerini yavaş yavaş okuyoruz, gazetelerin bu haberi nasıl verdiğini, bizim o verilen haberden ne anlayıp nasıl etkilendiğimizi, neler düşündüğümüzü tecrübe ettiğimiz bir okuma süreci yaşıyoruz . Bir takım parantezler açıp tabu olan, konuşulması zor, birazcık görmezden geldiğimiz temel cinsellik üzerine meseleleri tartışıyoruz. Ahlak nedir sorusuna bir cevap aramıyoruz ama atölye bittiğinde ahlak üzerine kafamız çok karışmış oluyor. Benim hayalim, oradan çıktığımızda ben dahil ahlak üzerine başka bir yerden düşünüyor olmak. Rahatladığımız, çözüm bulduğumuz, o yanlışmış, bu doğruymuş dediğimiz bir atölye değil. Tam tersine meğer ne çok doğru ne çok yanlış varmış ben acaba neredeyim diye soru sorduğumuz bir atölye.
KADRİYE KIRDÖK; Sorularıma içtenlikle cevap verdiğiniz için çok teşekkür ederim.