Ne zaman milli takımımız veya bir futbol kulübümüz uluslararası arenaya çıksa gerçekten bir başka oluyoruz.Ve o zaman kalbimizde ve aklımızda, formaların rengi sadece kırmızı-beyaz!..
İşte o zaman birlikte Türkiye oluyoruz.
Çarşamba akşamında da rengimiz aslında sarı-kırmızı değil kırmızı-beyazdı.
Televizyonların karşısında futbol severler, gönül verdikleri formalarını bir kenara atmış, ulusal zafer için nefeslerini tutmuşlardı. Ama yine olmadı. Milli takımımızın, İsveç hezimetini daha unutmamışken Galatasaray’da Şampiyonlar Ligi’ne erken havlu attı. 2-0 gibi net bir yenilgiyle, Moskova’da soğuk duş aldık.
Yine hüsran yine hayal kırıklığı!.. Galiba artık kaybetmeye alıştık.
Milli takımımızın ve Galatasaray'ın arka arkaya hezimete uğramaları beni bir an geçmişe götürdü... 2000 yılına...
Cim bom bom, 2000 yılında önce UEFA Kupasını sonra Süper Kupa’yı kazanmıştı. O yıllar Galatasaray ve Türk futbol tarihinin en parlak günleriydi. İki yıl sonra da Dünya Kupasında, Güney Kore’yi 3-2 yenerek dünya üçüncülüğünü kazanmıştık.
Galatasaray ve milli takımın başarıları herkesi birbirine kenetlemişti.
Ama o güzel günler sadece anılarda kaldı.. Ne sarı kırmızılı takımımız ne ulusal takımımız bizi sokaklara bir daha dökemedi. Süper kupa maçındaki rakibimiz Real Madrid, ülkemizin son Avrupa Kupası finali oldu.
Buradan şunu anlamalıyız... Kulüplerin başarılı olmadığı süreçlerde, milli takımdan da zaferler beklemek bir hayal!..
2008 Avrupa Şampiyonasında yarı finale çıkmıştık. Bu başarının arkasında da o yılda Şampiyonlar Ligi'nde çeyrek finale kadar ilerleyen Fenerbahçe'nin oyuncular vardı.
Sadece futbol değil diğer branşlarda da kulüplerimiz başarılı olmadığı sürede, ulusal düzeyde başarı beklemek sadece başka bahara kalır ;bunu aklımızdan hiç çıkarmamalıyız.
Sorumluluk ve çözümün adresi de tabi ki federasyonlarla, kulüpler...