Karadağ’da görülecek en önemli şehirlerden biridir Kotor. Bir önceki yazımda Budva’dan bahsederken Karadağ ile ilgili kısa bilgiler vermiştim. Adriyatik Denizi kıyılarında kurulmuş,nüfusu 700.000 civarında küçücük bir ülkedir Karadağ . Ülkenin turizmde dünyaca tanınmış iki şehri Budva ve Kotor’dur. Kotor’da, Orta Çağ’dan kalma mimari yapısıyla öne çıkan Old Town(eski şehir) diğer adı Stari Grad görülmesi gereken önemli yerlerden biridir. Tarih severler için Kotor, denize girmek isteyenler için Budva derim.
Tarih boyunca birçok medeniyetlerin ev sahipliği yaptığı Kotor’da 400 yıl (1420 – 1797) boyunca kalmayı başaran ve derin izler bırakan medeniyet Venedikliler olmuş. Şehrin bugüne kadar gelmeyi başaran etkin mimarisi de onlardan kalma. İtalyan mimarisine her zaman hayran kalmışımdır, estetik konusunda çok iyiler. Bu zevkli mimarinin yanına Kotor’un bulunduğu muhteşem coğrafya da eklenince, büyülü güzelliğe sahip bir şehir çıkıyor ortaya.
Adriyatik Denizi’nin iç tarafa doğru U şeklinde girerek oluşturduğu bu güzel ve uzun körfeze Boka Körfezi ismini vermişler. Koyda bulunan en önemli şehirlerden biri de Kotor olduğu için bu koya da Kotor Koyu denmiş. Şehir dağın eteklerine kurulurken, sahil boyu adeta bir gerdanlık gibi yayılmış. Tepesine mavi gökyüzünü, ayak ucuna Adriyatik denizini, sırtına dağları almanın huzuru içinde, sessiz ve gizemli görüntüsüyle, antik zamanlardan kalma bir masaldan çıkıp göz kırpan peri kızı hissini verdi bana. Oldukça dar ve kıvranarak içlere doğru uzanan körfezin etrafı yüksek dağlarla çevrili. Toprağının rengi kara, birbirine yaslanan kara kayalardan oluşan dağlara bakınca, Karadağ’ın isminin nereden geldiğini anlamak güç değil. Zaten ismi de Venedikliler vermiş. Volkanik oluşumun sonucu meydan gelen sıradağlar, ülkenin her yerinde kendini ön plana çıkarmış. Dağların gövdesinde toprak bulan bodur ağaçlar ve aralarında az da olsa uzun çam ağaçları görürsünüz. Fakat yaz mevsimi olmasına rağmen yemyeşil çimlerle bezeli görüntü beni şaşırttı. Muhtemel ki havanın nemli olması , sıklıkla yağmur yağması bu yeşilliği korumasının sebebidir. Kotor’a doğru yol alırken ilk dikkatimi çeken bu heybetli dağlar ve bitki örtüsü oldu. Sonra da dağın etrafına gerdanlık gibi dizilmiş yerleşim alanlarının birbirine yakınlığı.
Kotor Koyu’nda balıkçı tekneleri dev cruise gemilerinin yanında bahçede oynayan çocuklar gibi sevimli duruyor. Genellikle Kotor’un marinasında bir çok turistik curise gemileri demir atmış vaziyette beklermiş. Körfez girintili çıkıntılı fiyort özellikleri gösterirken, sahil boyu gerek karadan gerek denizden gezinti yapmak büyülü bir yolculuk olur diye düşünüyorum.
Körfezde görmeye değer üç güzel şehir yolunuza çıkar; Kotor, Perast ve Dobroto. Turistlerin rağbet ettiği gizemli Sveti Stefan adasıyla ünlü Budva şehri Kotor’a sadece 23 km. uzaklıkta. Ülkenin her tarafını birkaç günde gezebilirsiniz. Yüz ölçümü 13.812 kilometre kare olan ülkede 13 şehir bulunmakta. Tarıma elverişli olmamakla birlikte başta narenciye ve patates olmak üzere bir çok meyve yetişiyor. Ekonomisi turizme , özellikle yat ve gemi turizmine bağlı. Adriyatik Denizi’nin cömertliğinden kaynaklı deniz ürünlerini de unutmamak lazım. İtalyan , Venedik ve Türk mutfağının etkilerinden oluşan lezzetleri deneyimlerken deniz ürünlerinin ağırlıklı olduğunu fark edersiniz. Lokma tatlısı ve baklava Osmanlı mutfağından kalma lezzetlerden . Özellikle İtalyan mutfağı çok fazla yaygın. Yeme konusunda benim gibi inancınızdan dolayı titizlik gösteriyorsanız biraz zorlanırsınız. Çok güzel et ve deniz ürünlerinden yapılmış mutfağını tadarken dikkat etmelisiniz, çünkü hepsi şarap ve alkolle marine edilerek pişiriliyor. Ben Boşnak böreği yemek daha güvenli diye düşünürken, içine konan ete güvenemedim. Peynirli olanını tercih etme cihetinde de hangi hayvanın sütünden yapılmıştır gibi bir düşünce kafamı karıştırdı. Neyse gene aç kalmaktansa vejetaryen bir İtalyan pizza yemeyi çare olarak buldum. Vaktiniz yoksa, kafelerde ayak üstü yemek için pizza dilim dilim de satılıyor, bir dilimi 8 ila 10 euro arasında. Hemen hemen her tür meyve yetiştiğinden, benim gibi meyve ile aranız iyi ise aç kalmazsınız. Zaten yurt dışı seyahatlerimde yeme konusunda titizliğim olmasa her şey daha kolay olacak ama neyse ki yemekten ziyade keşfetmek beni motive ediyor.
Kotor’da beni büyüleyen meşhur Old Town ( Stary Grad) oldu. Venediklilerden kalma, surlarla çevrili eski şehir MÖ.168 de yapılmış. Eski şehrin hemen yanından geçen Skurda Nehri’nin kenarında kaleyi güçlendirmek amacıyla yapılan burç Kampana Tower ‘ın ihtişamı tam fotoğraflık. İzlerken sanki az önce yapılmış hissine kapılıyorsunuz ama 13. YY da inşa edilmiş.
Taş surların ortasındaki şehrin kapısından girmeden önce, 1991 de dağılan Yugoslav Sosyalist Federal Cumhuriyeti başkanı Titan’ın sözü sizi karşılar; “ başkalarına ait olanı istemeyiz ama bizim olanı da vermeyiz”. Titon haklı bir yargı sunmuş bence. Kapıdan girdiğinizde zaman durur, siz bin yıl öncesine gidersiniz. Daha kapıdan girer girmez tam karşınızda dev bir saat kulesi bugünkü zamanı gösterirken adeta zamanla alay eder. Üç yüz yıldır bir aile tarafından korunmuş, hala görevini hakkıyla yerine getiriyor. Saat şu anı gösterse de yıl ya da yüz yıl mefhumunu sokaklarda ilerlerken kaybedeceksiniz buna hazırlıklı olmalısınız(1602 yılında yapılmış). Muazzam bir yerleşim düzeni, İtalyan ve Venedik mimarisi karşısında hayranlıktan aklınız tutulabilir.Saat kulesinin dibinde 2 ya da üç metre yüksekliğinde dikdörtgen gövdeyle başlayıp, prizmaya dönüşen bir kaide gözünüze çarpar, ismi utanç piramidi. Utanç meydanının simgesi bir anıttır bu. Kotor’da suç oranı çok düşükmüş, şehirde hapishane bile yokmuş. Zamanında suç işleyenler, utanç meydanı dedikleri bu anıtın önüne getirilip utandırılırmış. Şaşırmayın, halkı oldukça sakin, hatta tembel de denebilirmiş. Dahası ülkede tembellik yarışması yapılıyor, günlerce yatarak yarışma tamamlanıyor, kazanana hatırı sayılır bir para ödülü de veriliyor. Keyifçi bir halkı var desek yalan olmaz sanırım.
Stari Grad(eski şehir) da Labirent gibi birbirine bağlı dar sokaklar geniş meydanlara açılıyor. Meydanlarda o zamanın zenginleri için yapılmış saraylar, kilise ve çeşmeler tüm haşmetiyle hala ayakta durmanın gururunu taşıyor. Meydanlardan birinin tam ortasında Pima ailesi için 1667 de yapılmış saray dikkatimi çekiyor, şu an otel olarak kullanılmaktaymış. Üç katlı Pima Sarayı’nın kubbeli taş girişinin tam üstünde, ikinci kata denk gelen şekilli( taş ya da mermer bilemedim) zarif korkuluğu ve yine üst kattaki balkonu boydan boya çevreleyen estetik demir ferforje korkuluğu, bunca yıl nasıl sağlam kalabilmiş dedirtiyor insana. Dört yüz yıl öncesinde, bu kadar zevkli bir işçiliği hangi teknoloji ile yapmışlar diye de düşünüyorsunuz.
Sokakları öyle dar ki kollarınızı iki tarafa açsanız duvara değebilirsiniz. Dar sokaklardan geçerken kafanızı kaldırdığınızda, birbirine yapışık, sınırı nerede bittiği belli olmayan iki üç katlı evlerin dar pencerelerini, tahta pervazlarını görürsünüz. Pervazlara kuruması için alelade serilmiş çamaşırları da görmeniz olası. Benim gibi şöyle de diyebilirsiniz; keşke donlarınızı sermeseydiniz , yüzlerce turist gelip geçiyor buralardan . Neyse bizi ilgilendirmez ama ne kadar rahat olduklarını buradan anladım sanırım. Hoş bir gülümseme ile ilerlerken sokaklar gölgelik olduğundan hava sizi bunaltmıyor. Yorulduğunuzda, o dar sokaklardaki evlerin altındaki veya meydanlardaki kafelerde, restoranlarında oturup dinlenebilirsiniz. Meydanlar açık hava restoranları gibi masa dolu.
Salaklar giremez, aptallar önden gibi ilginç ve komik isimler sokaklara verilmiş. Akşamları barlar ve eğlence mekanları oldukça hareketliymiş. Old Town’ın her yeri tabiri caizse yer gök kesme şekeri görünümünde taşlarla inşa edildiği için ağaç ya da yeşil alan yok. Nereye baksanız taştan yapılmış sanat eserleri ile göz göze geliyorsunuz. Buna benzer bir şehir de Hırvatistan Dubrovnik’te görmüştüm, orada da büyülendim diyebilirim.
Eski şehri gezerken bir el sizi alıp aniden bin yıl öncesine götürüyor adeta. Zamanın donduğu işlemediği mekan da diyebilirim Old Town için. Surlara birkaç taraftan merdivenlerle çıkıp Kotor Koyu’nu ve şehri tepeden izlemek oldukça zevkli. Surların dağlara doğru uzanan merdiveninden çıkıp, Kotor Kalesi’ne ve sarayına gidebilirsiniz ama bunun da bir bedeli var, 1500 merdiven çıkmanız ve 8 Euro ödemeniz lazım. Dağa doğru 1500 merdiven çıkmayı ben göze alamadım, yarıda bıraktım ama manzara muhteşem. Sahil boyu gerdanlık gibi uzanan yerleşim alanları antik zamanla sarmaş dolaş olup anı durdururken, körfezdeki curice gemileri, balıkçı tekneleri denizin kollarında adeta sarhoş olmuşlar.
Kotor, kediler şehri olarak da anılır. Zamanında, muhtemelen yine Ortaçağ’da, sokaklarında kedilerin çoğaldığını bahane eden şehir sakinleri bu zavallı hayvanları yok etmiş. Denge bozulunca şehri fareler sarar, kolera gibi bulaşıcı ve ölümcül hastalıklar yayılır. Öyle ki şehrin nüfusu yok olma noktasına gelir. Kalanlar da şehirden kaçar. Çok geçmeden sebebini anlarlar, gemilerle şehre kedi getirirler. Zaman içinde denge sağlanır, fareler azalır, hastalık da yok olur. O gün bugündür kedilere minnet duyulur. Her yerde miskin miskin yatan kediler de bunun tadını çıkarır. Hediyelik tüm eşyalarda neden kedi figürü var diye sorduğunuzda size bu hikâyeyi anlatırlar.
Kotor’a gitmek zor değil, Karadağ Türk vatandaşlarından vize istemiyor. İstanbul’dan başkent Podgorica’ya uçak bir saat kırk dakikada varıyor. Unesco Dünya Mirasları listesine alınmış olan Kotor’u, özellikle Old Town’ı görmek zihninizde başka bir aleme yolculuk etmenizi sağlayacaktır. Elbette birkaç sayfada Kotor’u anlatmak imkansız ama burada ancak bu kadarına yer verebilirim. Hoşça kalın dostça kalın.