Kahramanmaraş’ın düşman işgalinden kurtuluşunun 100’üncü yıl dönümüne özel yazı dizisi başlatan Kahramanmaraşlı Müzik Adamı, Araştırmacı ve Bağlama Üstadı Mehmet Bağlar, Dr. Gökhan Gökşen’in Abdal Halil Ağa’nın hayatını konu alan Beyaz Sessizlik kitabını yazı dizisi şeklinde köşesine taşıdı.
ABDAL HALİL AĞA’NIN KIZI
Abdal Halil Ağa’nın destansı sözleri yıllardır ilgimi çekmekteydi.
Bu konuda yazılanlardan çok daha ötede manalar vardı, bu meşhur sözlerin içinde.
Abdal olduğunu bildiğim, yıllardır tanıdığım bir hastama;
-Abdal Halil Ağa’nın akrabalarından yaşayanlar var mı? Diye sorduğumda;
-Ben torunuyum. Kızı, halam dışarıda bekliyor, dediğinde bu kitabın yazılma serüveni de başlamış oldu.
Hastanede bir yakınını ziyarete gelen, bu yaşlı kadını doktor odasına davet ettim.
Tanıştıktan sonra, merak ettiğim konuları sormaya başladım.
Bu sırada odaya bir doktor arkadaşım girdi.
Görüşmeyi bozmamak için kızının arkasındaki masaya oturdu.
Geniş oda da misafirlerimiz geldiğinde çoğu zaman olan, sıradan bir olaydı bizim için bu durum.
Önce anlayamadım.
Abdal Halil Ağa’nın kızı daha önce pek çok misafirin karşılaştığı bu durumdan rahatsız olmuştu.
Konuşması dağıldı.
Sonra sustu.
“Şu sandalyeyi yana alayım.” Diyerek, tam karşıma koydu.
Böylece arkadaşıma sırtını dönmemiş olacaktı.
Çünkü babasından aldığı terbiye hiçbir insana sırtını dönmemeyi öğretmişti bu vakur kadına.
Çünkü babası da vatanına, “din gardaşlarım” dediği milletine sırtını dönmemişti.
O da Abdal Halil Ağa’nın kızıydı.
İnsana değer vermeyi babasından öğrenmişti.
Bugün modern medeniyetin algılayamayacağı kadar insandı. Anadolu ruhuydu.
Mevlana hamuruyla yoğrulmuş bu topraklarda insan olmak, insanca yaşamak, insana saygılı olmak mayasında vardı.
Kendisini genç bir valinin çağırdığını, babasıyla ilgili tarihi vakıayı dinledikten sonra;
—Bir ihtiyacın, isteğin var mı? Diye sorduğunu,
—Babamın bir heykeli dikilsin başka isteğim yok, dediğini anlattı.
Kahramanmaraş’ta Adana ve Kayseri çevre yollarının birleştiği kavşakta bulunan İstiklal Madalyası anıtının, Adana istikametine bakan yüzünde Abdal Halil Ağa’yı temsil eden, davulcu figürünün bu olaydan sonra yapıldığını anlattı.
Bir hafta sonra, kendisini evinde ziyaret ettim;
Bizi kapıda karşıladı.
Babasından bahsederken zaman zaman gözleri dolan, ilerlemiş yaşına rağmen “Abdal Halil Ağa” derken, gözleri parıldayan bu yaşlı kadın;
Önünde 5-6 metrekarelik bir avlusu olan tek odalı bir evde yaşamaktaydı.
Topladığı ağaç dallarını darhayla keserek, odun etmekle meşguldü.
Maddi fakirliği her halinden belliydi.
Ama babasının gururu, vakarı ve asaleti; sesinde, duruşunda bariz görülmekteydi.
Bizim modern yaşam kurallarıyla onu anlamaya çalışacağımızı düşündüğünden olsa gerek;
— Benim de halım bu;
“Hal böyle böyle,
Var Hallağaya söyle,
Beni mecnun etti,
Kendi oldu Leyla.” dizelerini babasını özleyen küçük bir kız gibi gözyaşlarını akıtarak söyledi.
77 yaşındaki bu kadının baba sevgisinden akan gözyaşları beni derinden etkiledi.
Yıllardır küllenmiş bir hasreti hatırlattığım hissiyle konuyu değiştirmek zorunda kaldım.
Kahramanmaraş’ın gururu olan Abdal Halil Ağa, bu yaşlı kadının yüreğinde hâlâ acısını hissettiği sevgili babasıydı.
Avluya dolan torunlarını ve yeğenlerinin çocuklarını göstererek;
—Abdal Halil Ağa’nın torunları şimdi bir ordu. Deyişindeki gururu görmenizi isterdim.
Bizi odaya davet etti. Odanın tek eşyası bir sedirdi. Yere oturarak sohbete başladık.
Bana ve bu görüşmeleri fotoğraflayacak olan arkadaşım Ahmet Tahir Özcan bey’e;
—Çay içer misiniz? Diye sordu.
Teşekkür edip kendini ziyarete geldiğimizi söyledim.
İçimden “nasıl olsa bir çay gelir.” diye geçirmedim desem yalan olur.
Bu sırada nüfus cüzdanını çıkarttı.
1930 doğumlu Yeter Davulcubaşı.
Ana adı: Fındık, baba adı: Halil
Doğum yeri: Kahramanmaraş Duraklı Mahallesi olarak nüfusa kayıtlıydı.
Annesine kendi aralarında Fatey dediklerini söyledi.
Abdallar mahallesinde başka şehirden gelenlerinde biz abdal Halil Ağa’nın torunuyuz dediğini, asıl kendilerinin Abdal Halil Ağa’nın nesli olduğunu ispatlamaya çalışıyordu.
Duvarda asılı bir fotoğrafı eline alarak;
—Bunlarda gardaşlarım, bunları da çekin, dedikten sonra;
en büyük kardeşinin adının İmam olduğunu, büyükbabasının adının da İmam olduğunu anlattı.
Ali, Abbas, Ökkeş, Cafer, Emine, Bereket, Gülistan, Zalha, adında ki kardeşlerinin vefat ettiğini söyledi.
Sadece kız kardeşi Emine’nin( Emine adında iki kız kardeşi var.) yaşadığından bahsetti.
Nüfus kayıtlarında;
1872 doğumlu Abdal Halil Ağa’nın;
Ana adı: Gülistan, Baba adı: İmam’dır.
Kahramanmaraş Duraklı mahallesine kayıtlıdır.
Emine ve Hüseyin adında iki kardeşi vardır.
Halk bu gün dahi oturduğu bölgeyi Abdallar Mahallesi olarak tanır.
1946 yılında vefat etmiştir.
Abdal Halil Ağa’nın torunlarından İsmail Deniz, Davulcubaşı soy isminden dolayı okulda arkadaşlarının dalga geçmesi üzerine babasının ve amcasının soyadlarını Deniz olarak değiştirdiğini nakletti.
2–3 çuval erzak odanın bir köşesinde durmaktaydı.
Abdal Halil Ağa’nın kızı;
Bu erzakları belediye başkanının verdiğini söyledi.
Sonra;
—Babam Abdallar mahallesinin ağasıydı. Her yıl Muharrem ayında 2–3 kazan aşure yapar, mahalleliye dağıtırdı. İnşallah bu sene başkanın verdiği erzakla Abdal Halil Ağa’nın aşuresini yapıp dağıtacağım, dedi.
Tüm maddi fakirliğine rağmen, kendisine gelen yardım erzakını babasının hayrına dağıtacak kadar gönül zenginiydi.
Evde yemek yapacak tüpü olmadığını, kırdığı ağaç dallarıyla aşure için ateş yakacağını söyleyince;
Saatler geçmesine rağmen neden çay gelmediğini anlamıştım artık. Bu yaşlı kadın, çay ikram etmek istese de tüpü yoktu, belki çayı dahi yoktu.
Ama bunu söylememişti.
Eski bir kilimin serili olduğu bu fakir oda da unutulmuş bir zenginlik duruyordu karşımda.
KIZININ DİLİNDEN ABDAL HALİL AĞA VAKIASI
16 yaşına kadar babasıyla aynı evi paylaşan Yeter Davulcubaşı’na;
—Meşhur Abdal Halil Ağa vakıasını babasından dinleyip dinlemediğini sorunca;
Yeter Davulcubaşı;
—Babam dağ çayını severdi. Bizleri etrafına toplar. Eline dağ çayını alır, bağdaş kurup oturduktan sonra anlatmaya başlardı.
Annesi Fatey’in babasına;
—Beyim, çocuklara bunları anlatma korkarlar, dediğini.
Abdal Halil Ağa’nın ise elini bağrına vurarak;
—Onlar benim çocuğum, hiçbir şeyden korkmaz, diyerek anlatmaya devam ettiğini,
Babasının;
—Eğer biz onları yapmasaydık, Maraş Harbi olmasaydı. Burada şimdi biz de olmazdık. Siz de olmazdınız. Bunları bilin. Bunları unutmayın, dedikten sonra çocuklarına kendi olayını keyifle anlatırdı, dedi.
Yeter Davulcubaşı gözyaşlarıyla anlatıyordu, babasının dizinde oturur gibiydi, anlatmaya devam etti;
—O zaman ben de baba hani dinleme parası? derdim. Bu onun hoşuna gider, gülerek, kuşağından çıkardığı paraları bizlere verirdi, demiştir.
Abdal Halil Ağa bu olayları anlatarak çocuklarının istiklâllerine, vatanlarına sahip çıkmalarını, verilen mücadeleyi unutmamalarını istemektedir.
“Maraş Harbi olmasaydı, biz de burada olmazdık.” demesi manidardır.
Burada düşman işgalinde yaşardık dememiştir.
Kendisi ve bütün ailesi ölmeden düşmanın bu topraklara gelemeyeceğini ifade etmiştir.
“Maraş bize mezar olmadan, düşmana gülizar olmaz.”
Abdal Halil Ağa’nın kızı, Yeter Davulcubaşı; annesinden, babasından defalarca dinlediği olayın şöyle gerçekleştiğini anlattı:
Kızının anlatımını esas alıp, sadece şiveyi değiştirerek yazdım.
Fransız işgalinden bir gün önce, 28 Ekim 1919…
Maraş’ın Abdallar Mahallesi’nde, iki katlı toprak evin avlusundaki asmanın altında Abdal Halil Ağa oturmaktadır.
Evin üst katında hanımı Fatey ocakta dağ çayı demlemektedir.
Toprak avluda babalarının biraz uzağında kardeşleri oyun oynamaktadırlar.
Fakir mahallenin çalılık yolundan gelen üç atlı avluya girer.
Fatey, gelenlerin kim olduğunu merak ederek, eli belinde ikinci katın çardağından bakmaya başlar.
Atlıların destursuz girişleri meydan okurcasınadır.
Fütursuzca selamsız, sabahsız Halil Ağaya seslenirler.
—Halil ağa sen misin?
Abdal Halil Ağa destursuz girişlerine kızmıştır.
Öyle ya burası kendi evidir. İnsan insanın yanına selamsız girer mi hiç? Buna biraz kızmıştır.
Anadolu misafirperverliği gereği geleni buyur etmesi gerekirken;
Buyur bile etmeden, birden ayağa kalkıp;
—Benim ne diyon? diye sertçe cevap verir.
Atlılardan biri olan Hırlakyan;
—Yarın İtürmezin Dağından Fransız ordusu geliyor, bir davul alıp iki adamınla, zurnayla bunları karşılayacaksın. der.
(Bu davetsiz, destursuz atlılar; karşılarındaki fakir abdalı kendileri gibi tuz ekmek hakkı bilmez sanırlar.)
Bu hainlerin, böyle fütursuz teklifini bile hayretle karşılayan Abdal Halil Ağa;
—Ney… ney… ney bir daha de. diyerek Maraş tabiriyle onları kerçeder.
Anadolu Müslümanlarının kuvvayi maneviyesini hâlâ tanıyamamış bu bedbaht.
—İtürmezin Dağından Fransız geliyor, davulunu alıp bir-iki adamınla bunları davul zurnayla karşıla. Diye tekrarlar.
Abdal Halil Ağa hâlâ kendisini, sinesindeki imanı tanımayan bu haine;
—Ben mi garşı gelicim?( karşılayacağım?) Diye hayret ve kızgınlıkla sorar.
Çardakta ayakta olayları izleyen hanımı Fatey, beyinin bunu kabul etmeyeceğini ve kızdığını anlamıştır.
Adamlarında iyi niyetli olmadığı anlaşılmaktadır.
Abdal Halil Ağa’ya kaşıyla işaret verir. Yavaşça içeri girip ocakta kaynayan su tasını alır. Kaynar suyu çardaktaki küllü suyun içine aktarıverir.
Bunlar olurken çardağın altında bekleyen Hırlakyan ;
—Gitmiyorsan para burada… Diyerek bir kese gösterir.
—Eğer yetmezse gerisi de burada. Diyerek atının terkisindeki şişkin heybeye elini daldırır.
İyice hiddetlenen Abdal Halil Ağa
—Dur! Çıhartma, o altınlar sizin olsun. Değil bir kese davulumun kasnağını altınla doldursanız ben din gardaşlarımın bağrına çomağımı vurmam.
Müslüman gardaşlarımın soğanın kabcığına muhtacım.
Senin altınına muhtaç değilim. Diyerek, atlıların üstüne yürür.
Bu sözler Maraş’ın kurtuluş destanının özüdür.
Çardakta hazırlığını tamamlayan Fatey;
—Halil çekil. diyerek, küllü kaynar suyu atlıların başına döküverir bu sırada.
Abdal Halil Ağa da eline değneğini almıştır.
Hırlakyan ve adamları;
—Alacağın olsun Halil. Bunu unutma, ilk ateşimiz sanadır. Evvel seni vuracağız. Evvel senin evini yakacağız. Tehditleriyle Abdallar mahallesinin tozlu patikasından kaçarcasına uzaklaşırlar.
Abdal Halil Ağa vakit kaybetmeden Ulu cami’ye kadar yürüyerek gider.
O sırada cami cemaatiyle sohbet eden Müftü;
-Buyur Halil Ağa deyip bir yorgunluk kahvesi ikram eder.
(Müftülük binası o zaman Ulu Caminin yanındadır. Tekerekzade Mehmet Efendi o zamanın Müftüsüdür. Maraş Müdafaa-i Hukuk Cemiyetinin de üyesidir.)
Abdal Halil Ağa;
—Hazır olun, Fransızlar geliyor. Diyerek, olanı biteni anlatır. Abdal Halil Ağa, müftünün ve cemaatin takdirine mazhar olurken;
O sırada orada bulunan kalabalık cemaat, beklenen Fransız güçlerinin geleceğini de öğrenmişlerdir.
Sivas’ta bulunan Temsil Heyetine de işgal güçlerini karşılama hazırlıkları telgrafla bildirilir.
O gün Abdal Halil Ağa’nın sözleri ve Fransızların geleceği haberi kalabalık cami cemaatinin dilinden Maraş’a yayılmıştır.
Kısacası o gün; Maraş’ın Fransızlarca işgalinin kara haberi, Abdal Halil Ağa’nın cesaretiyle birlikte duyulmuştur.
Bu nedenle, bu sözler Maraşlıların hafızasında çok derin bir iz bırakmıştır.
Değil bir kese, davulumun kasnağını altınla doldursanız,
din gardaşlarımın bağrına çomağımı vurmam.
Müslüman gardaşlarımın soğanın kabcığına muhtacım.
Sizin altınlarınıza muhtaç değilim.
Abdal Halil Ağa
I. CİHAN HARBİ SONRASI MANZARA-İ UMUMİYE
Birinci Dünya Savaşı Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılması ile sonuçlanmıştı.
30 Ekim 1918 yılında imzalanan Mondros mütarekesinin ilgili maddeleri bahane edilerek Osmanlı toprakları işgal edilmiş. 600 yıldır dünyayı yöneten imparatorluğun öz çocukları büyük acılar yaşamaya başlamıştı.
Her şehir, her aile, her insan bu acılardan nasibini almıştı. Dünya Harbinde şehit vermeyen, harbe girmeyen, kolunu, bacağını, gözünü kaybetmeyen hane yok gibiydi.
Yemen, Sarıkamış, Çanakkale en çok Anadolu insanına zarar vermişti.
Dünya Tarihi’ne damgasını vuran bu büyük savaş pek çok sıradan insanı kahramanlaştırmış, insanlığa ders olacak örnek insan modelleri de ortaya çıkarmıştı.
İşte Abdal Halil Ağa bu insanlardan birisiydi.
MARAŞ MÜCADELESİNİN ANA HATLARI
Bir Osmanlığı sancağı olan Maraş önce İngilizlerin, daha sonra Fransızların işgaline maruz kalmıştır.
En acısı ise; millet-i sadıka olarak isimlendirilen Osmanlının her dönem koruduğu Ermeni ulusunun bu çıkar çatışmasında komşularının, dostlarının, devletlerinin yanında değil, sömürgeci-emperyalist güçlerin yanında yer almıştır.
Maraş’ın Kurtuluşu bir topluluğun millet oluşunun simgesidir. Rıdvan Hoca, Sütçü İmam, Çakmakçı Sait, Şehit Evliya, Senem Ayşe, Kebapçı Ahmet Çavuş, Besleme oğlu İbrahim, Mıllış Nuri, Dr. Mustafa, Avukat Mehmet Ali Kısakürek, Onbaşı Osman, Aslan Bey, Muallim Hayrullah, Yörük Selim, Bertiz’den, Pazarcıktan gelerek savaşın akışını değiştiren adı sanı bilinmeyen yüzlerce çete ve bütün Maraş halkı millet olmuştur.
Malını, canını, evlatlarını hiçe sayan bütün bir şehir halkının tek isteği; insanca, özgürce, kendi söz hakkının olduğu, onurlu bir yaşamdan başka bir şey değildir.
Bu mücadeleye o dönem “İstiklal Harbi” denilmiştir.
Koskoca devletlerin, koskoca dünya için yaptıkları, koskoca planlarını; bu küçük şehrin, yalnızca birey olarak yaşayan cesur insanları bozmayı başarmıştır.
Maraş Harbinde psikolojik unsurlar en ön safta yer almıştı.
İNGİLİZ İŞGAL DÖNEMİ
İngilizlerin dünyada İslam topluluklarını yönetme becerisi yüksektir.
Kendi maddi çıkarlarına göre kurdukları yönetim sistemi ile hassasiyetlerine dokunmadan ülkeyi sömürürler.
Toplumun tepkisini çekecek hassasiyetleri doğru tespit ettiklerinden bu konuda son derece başarılıdırlar.
22 Şubat 1919 da İngiliz birlikleri Maraş’ı işgal etmiştir. Askerlerinin bir kısmının Hindistanlı Müslümanlardan oluşması, Maraşlıların bu işgali geçici görmeleri ve İngilizlerin Müslüman halkı tedirgin etmeden işgali sürdürme çabalarının neticesinde bu dönemde şehirde fazla bir olay olmamıştır.
İngiliz birliği Maraş’a geldiği gün askeriyenin nizamiye kapısına gelir;
Teğmen Cemal komutasında küçük bir birlik nizamiyeyi korumaktadır.(Bu teğmenin muhtemelen Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel olduğunu Özalp Hocam söylemiştir.)
Kapıda kısa boylu, kel kafalı bir nöbetçi vardır.
Koca İngiliz ordusuna tek başına “ Yasak!” diyerek süngü çevirir.
İngiliz komutan atının terkisinden bir avuç altın atar.
Bu kahraman Mehmetçik;
—Ben istemem, Allah dinimi, imanımı versin. Deyip altınları tepeler.
Bunun üzerine olay çıkartmak istemeyen İngiliz komutan kışlaya girmez. Yanda bulunan araziye yerleşir.
Bu ve benzeri olaylardaki tavırları halkı tahrik etmek istemediklerini göstermektedir.
İngiliz birlikleri ne acıdır ki Hintli Müslümanlardan oluşmaktaydı.
Müslüman Hintliler, İngiliz üniformasıyla kendilerini sömüren gücün ordusuna hizmet etmekteydiler.
Bir başka milletin askeri olmakta hiçbir beis görmüyorlardı.
I. Cihan Harbinde yaklaşık bir milyon Hintli İngiliz üniforması giymekteydi.
Tarihin her döneminde Allahın lütfuyla kendi devletlerinde yaşayan, son imparatorluk Osmanlının öz çocukları Türklerin İslam anlayışında ise başka bir ülkenin askeri olarak yaşamaktansa, o güçle savaşırken şehit olmak inançlarının emriydi.
Keşke sömürülen Müslümanlar da özgür millet olmanın tadını bilselerdi.
Şehir merkezinde meydana gelen münferit olaylarda adaletli davrandıklarını göstermeye çalışan İngilizler bir milleti iyice uyuşturmadan sömürmezler.
Maraşlının istiklâl ruhunu unutup sömürgeliğe alışmalarını beklemek istemişlerdir.
Bu sırada “olay çıkmasın” diye askerleri Hintli birliklerden oluşturmuşlardı.
Şehre geldikleri gün Maraş’ın hürmet gösterdiği hocaları makamında ziyaret etmişler onlara hürmet gösterisinde bulunmuşlardır.
Amaç Maraşlının direncini kırmak, işgale baş kaldırılmasını engellemek, onların özgürlüklerini alırken gururlarını okşayarak oyalamaktır.
Ama Maraşlı bunu bilmektedir.
Geçici olarak gördükleri bu güçle mücadele etmemişlerdir.
FRANSIZ İŞGALİ
İngilizlerden beklediği desteği bulamayan Ermeni azınlık, Fransız birliklerinin gelmesi için girişimlerde bulunmuşlardı.
Fransız birlikleri içerisinde Osmanlı vatandaşı Ermeniler de bulunmaktaydı.
Ermenilerin isteği doğrultusunda hareket eden, Fransız birlikleri Maraşlı Müslüman Türklere her tür cefayı yaşatacaktı.
Ermeniler 29 Ekim 1919 günü gelecek olan, ilk Fransız birliğini bu nedenlerle neşeyle karşılamak istiyordu.
Bu işgalin son 22 günü Maraş Harbi olarak adlandırılacak olan şiddetli çatışmalara sahne olmuştu.
Maraş harbi başladığı gün;
Hatuniye mahallesinden olan oğlan evi, Divanlı mahallesine ki kız evine kına yakmaya gelmiştir.
Öğle sonuna doğru kızın kaynanası kınayı gelinin ellerine yakmış ve kıza bir burma takmış, tam diğer tekini takacak iken düğün evinin komşusu Yağcı Mişon damdan kalabalık düğün evine bomba atacaktır.
Allahtan evin önündeki havuza düşen bomba havuzu fokurdatsa da kimseye zarar vermez.
Kadınlar, kızlar, erkekler evin ahırına, hayvanların yanına saklanırlar.
Komşu Ermeni evinden silahlar sıkılmaya başlamıştır.
Karaloğlu Mustafa, Yoliçi Ali, Sağıroğlu Mehmet bu kurşunlarla şehit edilir.
.
Şehrin dört bir yanından gelen onca insan düğün evinde mahsur kalır.
Şehitlerin cenazelerini bile gece bellerine taktıkları iplerle çekebileceklerdir.
İçlerinde bebelerini evde bırakan emzikli kadınlarda vardır.
Tüm yiyecekleri kısa sürede biter.
Gece dışarı çıkan erkeklerin bulabildiği yiyeceklerle idare etmeye çalışırlar.
Düğüne gelenler bir hafta bu evden çıkamazlar.
Savaşın sonlarına doğru bu ev tamamen yanacaktır.
Fransız işgal dönemi; komşusunun düğününü kana bulayacak kadar şiddetin olduğu bir dönem olmuştur.