Tuğrul Beyin Anadolu’ya yönelmesiyle Oğuz boylarının göç istikameti de Anadolu’ya yönelmişti.

Malazgirt zaferiyle Anadolu, Oğuz Boylarının akınına uğradı.

Maraş’ta bu sırada Bizanslıların baskılarına maruz kalan Ermeniler bulunmaktaydı.

Maraş 1086 yılında Emir Buldacı tarafından fethedilerek Anadolu Selçuklu Devletine katılmıştı.

Anadolu Selçuklularının Kösedağ savaşında Moğollara yenilene kadar, Maraş Haçlılar, Danişmendliler, Selçukluların idaresine girmiştir.

Selçuklu valisinin Kösedağ savaşı sonrası Maraş'ı terk etmesi üzerine 1259 yılından 1296 yılına kadar Kilikya Ermeni Prensliğinin idaresinde kalmıştır.

1296 yılında Mısır Türk Memlukluları tarafından fethedilmiştir.

Bu yıllar içerisinde Maraş’a akın akın Oğuz boylarının göçü olmuştur.

Bu nedenle Maraş Vilayet-i Türkmen olarak anılmıştır.

Maraş’a Memluklular döneminde yapılan akınlarla Avşar,Bayat ve Begdililer başta olmak üzere Oğuz boyları yerleşmeye başlamışlardı.

Abdallar oymağının da Begdillilerle beraber (Maraş dahil) güney illerine yerleştiği tahmin edilmektedir.

Bu da Yeter Davulcubaşı’nın “Maraş’ın him taşını biz diktik.”derken ne kadar haklı olduğunu göstermektedir. 

Oğuzların tarihi göç güzergâhlarında halen Abdal Türkmenleri yaşamaktadır.

Faruk Sümer’in çalışmalarında da;

Abdal oymaklarının Türkmenistan’dan, Suriye’nin kuzeyi, Irak ve İran’a oradan Anadolu’nun dört bir yanına yayılmış olarak bulunduğu görülmektedir.

Oğuz boylarının Orta Asya’dan Anadoluya uzanan tarihi göçlerine, Hoca Ahmet Yesevinin erenleri de katılmıştır.

Hacı Bektaşi Veli, Mevlana gibi fikir önderlerinin de Anadolu’ya göç etmesi, İslam’ı kabul etmiş oğuz boylarının Anadolu da yeni bir kültür sentezini dünyaya hediye etmesine yol açacaktır.

İşte Maraş’ın him taşını biz diktik diyen yeter hanımın babası Maraş abdallarının başı Abdal Halil Ağa’nın dedeleri de Maraş’a yerleşen ilk oğuz oymaklarındandır.

Anadolu etle tırnak gibi birbirine bağlı unsurlardan müteşekkildir.

Bunları yazma amacım, Maraş Abdallarının Maraş’ın him taşını biz diktik derken neyi kast ettikleridir.

Toplumsal farklıklarımızı değil istiklâl ruhu olan bir insanı analiz etmektir.

Bu bilgiler 1930 doğumlu babası gibi ümmi bir abdal hanımının tarihini örfünü kısacası kendini ne kadar iyi tanıdığını da anlatmaktır.

Bu da yazılı olmasa bile sözlü oğuz kültürünün 1900-2000’li yıllara kadar nesilden nesile ne kadar iyi aktarıldığını kanıtıdır.

Bazı araştırmacılar oğuzda her boyun kendi abdalları olduğunu,  kendi abdallarıyla düğün dernek yaptığını gösterdiği söyler.

Maraş’ta kullanılan “Maraş abdalları, bunlar Maraş’ın Abdalı vb.” tabirlerinin temelinde de bu âdetin geçerli olduğunu düşünüyorum.

Çünkü Yeter Hanım

-Babam sağken Maraş’a yadırgı sokmazdı. diye anlatmıştı.

Maraş’a komşu şehirlerden gelen abdalları babasının Maraş’a sokmadığını anlattı.

Abdal göçüne izin vermeyen babasının “Maraş’a yadırgı tıkmam.” dediğini anlatmıştır.

1950’li yıllara kadar Maraş’ta Abdallar mahallesinin tamamının Maraşlı Abdallar olduğunu söylemiştir.

Bu yıldan sonra Osmaniye, Kadirli civarından gelen abdallar olduğunu anlattı.

Kendi kardeşlerinden Uzun Ali’nin bir süre İslahiye de yaşadığını anlattı.

1526 yılı nüfus kayıtlarında abdallar Eymürlü taifesine kayıtlı bir oymak olarak 74 hane kaydedilmiştir.

1580’de bu oymağın Antakya, Antep, Adana ve Adıyamana göç ettikleri bilinmektedir.

Bu illerin halk müziği ezgilerinin benzerliğinin bu göçle olduğunu düşünüyorum.

Örneğin ‘barak’ adı verilen uzun hava usulü Maraş’la beraber Antakya, Antep, Osmaniye ve Adıyaman’da da söylenir.

Orta Anadolu abdallarından olan Neşet Ertaş’ın bozlak tarzıyla Maraş barak havası aynı usulde değildir.

Güneydoğu Anadolu’nun uzun havasından da farklı icra edilir.

Bu da güney abdallarının ortak kökeninin göstergesidir.

Abdal Halil Ağa Maraş’ı Türkleştiren oğuz yurdu yapan Türkmen oymağının 1919 yılında ki ağasıdır.

Kızının bugün bile Maraş’ı sahiplenmiş bir edası var.

Abdallar fakir, dünya malına meyletmeyen, İslami değerleri olan ama Türkmen adetlerini de bünyesinde taşıyan saf gönül insanları olarak Anadolu’ya gelmişlerdir.

Bu gönül insanlarının açtığı gönül kapılarıyla Anadolu Türk İslam tarihi önce Selçuklular sonra Osmanlılar şimdi Türkiye adıyla birlikte anılmaya başlamıştır.

Abdalların çingene ya da Kıpti denen insanlarla hiçbir tarihsel bağı yoktur.

Hindistan’dan dünyaya dağılan Çingeneler genelde Makedonya başta Trakya ve balkanlarda yaşayan Kıptice diye adlandırılan ayrı dilleri olan kendilere has bayramları örf ve adetleri olan bir topluluktur.

Çingeneler Türkiye’de İstanbul Sulukule başta olmak üzere genelde batı Anadolu’da, Trakya’da yaşamaktadır.

Abdalların dilleri kullandıkları kelimeler öz Türkçedir.

Osmanlının bir döneminde kendi aralarında şifreli konuşmak için bir dil geliştirmişlerdir. Ama bu dilin Çingene dili olan Kıptice ile bir ilgisi yoktur.

Abdalların yaşam tarzında tümken adetlerinin ağırlığı bariz görülmektedir.

Kısacası Abdal ve Çingeneler aslen birbirleriyle alakası olmayan iki ayrı topluluktur.

Hatta” Maraş’ın him taşını biz diktik” diyen Yeter Davulcubaşı’nın 1200’lü yıllara kadar uzanan tarihî bilgisinin netliği bende tarihte önemli bir görev aldıkları hissi uyandırmıştır.

Yeter Davulcubaşı’nın giysileri (bazı araştırmacıların tespit ettiği gibi) Oğuz Türkleri Avşar boyunun tipik kadın giysisiydi.

Tenhada kalmış, hiç bozulmamış bir yaban çiçeği gibi doğaldı.

Konuşurken kullandığı kelimeler, kıyafeti, tarihi bilgileri, yaşantısı, düşünceleri tüm oğuz boylarının, Selçukluların bozulmamış yansımalarıydı. 

2007 yılında soyumuz “Maraş’ın him taşını dikenlerden gelir.” diyen Abdal Halil Ağa’nın kızının her cümlesini araştırdıkça; Abdal Halil Ağa olayının derinliğini daha net kavramaktayım.

Him kelimesi güncel Türkçe sözlüklerde bile kullanılmazken

( Türk Dil Kurumunun Orta Asya Türkçe dil sözlüğünde Him kelimesinin temel manasına geldiği yazılıdır.) kendi kültürünü, dilini hâlâ yaşatan Yeter Davulcubaşı’nın bizlerin nelere ‘yadırgı’ kaldığını hatırlattığını düşünmekteyim.

Abdallar dünya malına meyletmeyen, yalın bir hayatı benimsemiş insanlardır.

Güncel maddiyatçı yaşamımız onların hayat tarzını aptallık olarak değerlendirse de; kemale ermenin dünyadan uzaklaşmakla olacağı konusunda bütün sufî felsefeler hem fikirdir.

Dünyalık makamından vazgeçen Aziz Mahmut Hüdai’de, Ferrarisini satan bilge de bu dünyanın abdalıdır.

Abdal kelimesi Allah’a kul olmak demektir.  

Abdal Halil Ağa Maraş’a ilk gelen oğuz boylarındandı.

Hiç okula gitmeyen kızına bu bilgileri o öğretmişti.

Halil Ağa Maraş’a, Anadolu’ya yüzlerce yıl önce Abdallar oymağının nasıl geldiğini çok iyi biliyordu.

Abdal Halil Ağa; Anadolu’da nasıl millet olunduğunu bilmeseydi, hangi milletten olduğunu da unuturdu.

Unutmamaları için çocuklarına Maraş Harbini, bu devletin nasıl kurtulduğunu defalarca anlatmıştır.

  

ABDAL HALİL AĞA BEYAZ GİYERDİ

Merak ettiğim bu insanın fotoğraflarında Maraş çetelerinden biraz farklı giyindiği dikkatimi çekti.

Kızından giysileri hakkında bilgi alırken daima beyaz renkli giyindiğini söylemesi önemli bir ayrıntıydı.

Çünkü Maraş yöresel şalvarı genelde siyah renklidir.

Beyaz renkli giysilerini de Abdal Halil Ağa karakterinin ve yaşam tarzının bütünlüğü içinde bu kitaba yazmanın uygun olacağını düşündüm.

Abdal Halil Ağa yaz-kış beyaz giyerdi.

Bembeyaz şalvarını (aslında kızı şalvar değil tuman olarak tabir etmiştir. Tuman daha ince bir kumaştan yapılır)  ayak bileği hizasında iç yanında bir düğmeyle daraltarak iliklerdi.

Üstüne dizine kadar uzanan bir mintan giyerdi.

(Kızı Bertiz işi üç etek demiştir. Yanlardan rahat hareket etmesi için bir tür yırtmacı vardır. Önden düğmelidir.)

Mintanın üzerinden boyuna çizgili Maraş abasını giyerdi. Abası da açık renkti.

Abanın üzerinden beline kuşağını bağlar, belinin arkasından firketeyle tuttururdu.

Başına keçeden yapılmış Maraş işi başlığını bir tür sarıkla bağlardı.

Ayağında Maraş yöresine has, altı da üstüde deriden yapılan yemeni giyerdi.

Boyu uzundur. Kendi buğday tenlidir.

Çakır yeşil gözleri vardır.

Kızından bu bilgileri alırken torunlarından birisini göstererek işte bunun gözü aynı babamın gözleri diye gösterdi.

Yeşil gözleri olan çocuğun Abdal Halil Ağaya çok benzediğini söyledi.

Uzun sakalı göğsünün üstüne kadar uzanır ve uçları düzensizdir.

Yunus Emre Anadolu’da gezerken bir dergâhın kapısına gelir. Kapıda o dönemin dervişlik alameti olan taç ve hırkayı Yunus’un üzerinde göremeyenler sen derviş değilsin diyerek Yunus’u içeri almazlar.

Bunun üzerine meşhur beytini söyler;

Dervişlik taç ile hırka değil,

Gönlün derviş eyleyen hırkaya muhtaç değil.

Abdal Halil Ağanın fakir elbisesi onu taşıyan insanın ruhunu tanımamız açısından önemlidir.

Ama gönül zenginliğinin söylediği kelimelerde gizli olduğunu unutmayalım.

Beyaz elbiselerinin içinde, Abdal Halil Ağa; Mevlana’nın, Hacı Bayram Veli’nin, Hoca Ahmet Yesevi’den aldıkları nurla şekillenmiş Anadolu ruhunu yüzyıllar sonra dahi yaşatır.

Hatası sevabıyla, sıradan ama halis niyetli bir Anadolu insanıdır.

Beyaz; saflığın, doğruluğun dürüstlüğün asla hıyanet, yalan, nifak, riya, iftira tuzağına düşmeden insanca yaşamanın sembolüdür.

Sema gösterilerinde ölümden sonra dirilen semazenler bembeyaz elbiseleriyle, ölmeden ölmüş, nefis terbiyesini tamamlamış arı nefisleri temsil ederler.

Tıpkı semazenler gibi nefsini ölmeden önce temizlemiş, bugünün maddiyatçı düşüncelerinin çok ötesine geçmiş, konuşarak değil, hayatının her anında inancı, temizliği, evrensel değerleriyle insanı temsil eden bu kahraman kişi de bembeyaz elbisesini ölene kadar giymiştir.

Mezarında giyeceği kefene hazırlanır gibi, günahsız doğduğu gün sarındığı kundak gibi.

Bembeyaz kundağından, bembeyaz kefene giden imtihan yolunda saflığını koruyarak, bembeyaz elbisesiyle bu dünyanın büyük nifaklarına düşmeden, kirlenmeden yaşamıştır.

Yaşadığı dönemde Anadolu’nun içinde bulunduğu bütün fakirliğine, kana, baruta, düşmanlıklara rağmen beyaz mintanı, beyaz şalvarıyla bütün kirlenmişlikten, isyanlardan, ihanetlerden bir şüheda kadar ayrı kalabilmiştir.

Acaba günümüzde yaşanan maddi, manevi karmaşalarda kaçımız beyaz kalabilmekteyiz?

Kaçımız bize atılan iftiralara, yapılan düşmanlıklara, bembeyaz bir sessizlikle yanıt verebiliyoruz?

Bu fakir insanın giyecek tek kat elbisesinden başka bir şeyi yoktu.

Bütün bu maddi yokluklar onun manen var olmasına engel değildi.

“Ekonomik çıkar”larını değil, istiklâlini düşünerek yaşamak onun yaşam tarzıydı.

Ne insanlar gördüm üstünde urbası yok

Ne urbalar gördüm içinde insan yok

                                     

BEYAZ SESSİZLİK

Maraş mücadelesinde zaferin kazanıldığı gün Abdal Halil Ağa’nın davulunu çalmadığı gündür.

Yani Fransızların şehre girdiği günden bir gün önce, zafer kazanılmıştır.

28 Ekim 1919 Maraş’ın tarih önünde onurunun kurtuluş günüdür.

Silahlı işgal güçlerinin, altınların, tehditlerin Abdal Halil Ağa’nın ruhunu, inancını zerre kadar sarsamayacağını keşke o gün anlasalardı.

29 Ekim 1919 da şehre geldiklerinde davulların çalmadığını, Abdal Halil Ağa’nın ve davulunun karşılayanlar arasında olmadığını keşke bilselerdi.

Şehre girdikleri gün evlerde Maraşlı kadınlar sessizce gözyaşlarını döküyorlardı.

Maraş bembeyaz karlar altındaydı.

Abdal Halil Ağa beyaz elbisesini giymiş, davulunu susturmuş sessizce bekliyordu.

Şehirde beyaz bir sessizlik yankılanıyordu.

29 Ekim 1919 Çarşamba akşamı Şeyh Adil istikâmetinden şehre giren, 500 kişilik öncü birliği Abdal Halil Ağa’nın “beyaz sessizliği” karşılamıştı.

“Beyaz sessizlik” Abdal Halil Ağa’nın tarihe yazdığı bestesinin adıdır.