Bir şehir düşünün doğası cennet, insanı şiir ve edebiyattan besleniyor. Belki de doğası cennet olduğundan şiir topraktan fışkırır gibi dimağlardan fışkırıyor. İnsan geldiği yeri özlermiş, her ne kadar modern çağda, modern şehirlerde yaşarsak yaşayalım doğayı özlüyor ruhumuz. Topraktan geldiğini unutmuyor bedenlerimiz. Ben de son beş yıldır doğa , daha çok dağ yürüyüşleri yapıyorum. Dağcılık kulüpleri ile Kahramanmaraş’ın yürümediğim dağı kalmadı zannedersem. Memleketin o kadar çok dağı, kanyonu, şelalesi var ki emin olamıyorum. Bu Pazar da yine dağcılık kulübü ile bir doğa yürüyüşüne katıldım ve bir saklı cennete şahit oldum. Saklı cennet diyorum çünkü çok yakınımızda olmasına rağmen pek bilinmeyen bir yer Güredil Kalesi. Kent merkezine 45 dakika uzaklıkta. Ilıca yolunda seyrederken Şadalak’a ayrılan yola dönerseniz, birkaç km sonra Güredil kalesini uzaktan görürsünüz. Tüm heybetiyle adeta size selam verir, gelip beni görmen lazım der gibi durur. Cazibeli bir yükseliştir onunkisi. Arabaları toprak yolda bırakıp, yürüyerek devam ediyoruz. Kim bilir kimlerin gelip geçtiği bu patikalar bize yol gösteriyor. Yamaç boyu patikalardan ilerlerken, kurumuş sivri çam gazelleri ayaklarımızın altından kayıyor. Yürüdükçe kulaklarımıza hoş çıtırtılar eşlik ederken, hazan mevsiminin tılsımını hissediyoruz. Baharın ilk ayak sesleri ve dallardaki yeşilden, sarıya, kırmızıya dönüşmekte olan renk cümbüşü ruhumuzu yenilemek için yanı başımızda. Manzarayı seyrederken ayaklarımızın kayma endişesiyle tatlı bir telaş sarıyor runumuzu. Hiçbir görüntüyü kaçırmak istemiyoruz. Gölgelik yerde durup, arada hafif esen rüzgârın yüzümüze tatlı dokunuşu yorgunluğumuzu alıyor adeta. Temiz havanın ciğerlerimizde bıraktığı hoş sarhoşluk zamandan münezzeh olduğumuz hissini veriyor. Yürüdükçe dallar arasından tarihi kaleye yaklaştığımızı görüyor, heyecanlanıyoruz. Yaklaştıkça kalenin heybeti artıyor adeta. Kocaman bir tepenin üzerinden bizi selamlayarak, gelin diyor. Kendi gibi hikâyesi de büyülüyor bizi.
Derler ki zamanında Alikayası’na birleşik olan Güredil Kalesi’nin bulunduğu tepe Hz. Ali’nin bir kılıç darbesiyle birbirinden ayrılmıştır. Güredil kalesinde Karakeşiş diye bir zalim hüküm sürmektedir. Karakeşiş tepeden düzlüğe doğru uzanan topraklarda yaşayan Müslüman halka eziyet olsun diye çağlayarak akan suyun gözüne kaya tıkar ve Müslümanları susuz bırakır. Müslüman halk çaresiz, Hz Ali ye haber uçurur ve şikâyette bulunur. Hz Ali bugün de onun adını yaşatan Alikayası’na gelir, suyun membaına kılıcıyla vurur, kaya parçalanarak su yeniden akmaya başlar. Kılıcın etkisiyle Alikayası’na birleşik olan Güredil Kalesi KM’lerce öteye savrulur. Bugün olduğu konuma gelir. Kalenin olduğu yere çıkarken düzlük bir alana denk gelirsiniz. Kayadan bir terastır adeta. Orada durup karşıdaki Ali kayasına baktığımda bir menkıbenin yüzyıllarca öteden tezahür edişini duyumsar gibi oldum. Sanki menkıbede anlatılan Güredil Kalesi ile Alikayası’nın ayrılışının izleri capcanlı duruyordu. Karşıda kayadan bir dağ Alikayası, ayaklarımın altında yine yarı kaya yarı toprak. Güredil Kalesi aynı hizadalar. Sanki az önce birbirlerinden ayrılmışçasına bir hal içindeler. Bir kılıç darbesinin kesmiş olma ihtimalini hayal etmeye müsait bir görüntü. Kaya kesilir mi, yok canım derken izlediğiniz görüntü, bir pastadan koparılmış dilim gibi, dümdüz bir kesit sizi hayal dünyasında derinlere götürebiliyor. Sonra tekrar başımı arkadaki son yükseklik Güredil Kalesine çeviriyorum. Patikanın bittiği, zorlu kayaların üzerinden geldiğimiz bu noktada hala ciddi zor bir çıkış bizi bekliyor. Yol boyu su yok, yanınızda taşıdığınız suyun size yeteceğinden emin olarak yola çıkmalısınız. Ekim ayı olmasına rağmen sıcak hava ve zorlu çıkış su ihtiyacımızı daha da arttırıyor.
Hz. Ali, Kara keşiş in Güredil Kalesi ‘ndeki suyu kapattığı kayaya kılıcını vurmasıyla taşan su Ceyhan nehrine karışır. Müslüman halk suya kavuşur, Kara keşiş in zulmü de biter. Ali kayasında hala Hz Alin in atı düldülün ayak izleri olduğu söylenir. Daha önceki Alikayası doğa yürüyüşümde ben de bu efsanenin ve düldülün ayak izlerini sürmüştüm. Devasa kayaların üzerinde, at nalına benzer küçük derin görüntüler beni de şaşkına çevirmişti. Hz. Ali hakka yürüdükten sonra da Düldül ün buralara gelip onu yâd ettiği söylenir. Bugünde hala düldülün buralarda gezdiği efsanesi insanın hoşuna gidiyor. Nerede yağız, şahlanan bir at varsa onda düldülün ruhunun olduğu söylenir. Kim bilir belki de atların asilliği Düldül den geliyordur. At binmeye merakım olmasına rağmen, her seferinde acaba hayvanı incitiyor muyum diye bir korku yüreğimi yoklar.
Zorlu çıkışımız sırasında etrafı gözlemlerken, neden burada su yok diye çok fazla kafa yormuştum. Kalenin olduğu tepe, Kara keşişe ceza olarak Alikayası’ndan ayrıldıktan sonra belki de sudan mahrum bırakılmıştı kim bilir. Tam kalenin olduğu kayadan tepenin eteklerine vardığımızda ki burasının 900 rakımda olduğu söyleniyor, birçok su sarnıcına rastlıyoruz. O zamanlara ait sarnıçlar su ihtiyacını nasıl giderdiklerinin kanıtı. Yürüdüğümüz yer tamamen kaya olmasa da yer yer toprak zemin mevcut. Aralarda tahmin ettiğim gibi kayaya oyulmuş 7 ya da 8 tane su sarnıcı görüyoruz. Bazıları 2 m ye 2 m gibi alanlar. Oldukça sert kayayı nasıl böyle pürüzsüz oyup, bu su yataklarını yaptılar bilinmez. Su sarnıçları birbirine yakın ve birbirine yaklaşık 10 cm derinlikte uzun ince yollarla bağlı. Bunlar da yine kaya zemine kazılarak oluşturulmuş. Sebebi birbirlerine su akışı sağlamak. Dolan sarnıcın suyu boşa gitmesin diğerine devir daim yapsın diye. Bu benim gözlemlerim sonuncunda vardığım bir kanı.
Şimdi son çıkışa doğru yol alıyoruz, devasa büyüklükteki kayalar üst üste binmiş, sanki bir el dokunsa hepsi aşağıda sakince yatan Kılavuzlu Barajı’na yuvarlanıp gidecek. Bazen aralarındaki boşluktan bazen üzerlerinden tırmanarak geçerken bu düşünce içimi ürpertiyor. Kalenin olduğu zirveye ancak bu devasa kayaları aşarak gidebiliyoruz. Kaleye yaklaştığımızda kayaların üzerinde o dönemlere ait merdiven var basamaklar kazındığını görüyoruz. Bu işimizi kolaylaştırıyor. Onları kullanırken bile dikkatiniz dağılsa yuvarlanırsınız. Neyse, zorlu ama bir o kadar da büyüleyici manzara eşliğinde zirveye varıyoruz. İlk işimiz su içmek ve kumanyamızı yemek oldu. Dinlenip, bir an önce mucizevi manzarayı seyretmek için heyecanlanıyoruz. Zirvede bir düzlük ki her bir tarafından o muhteşem manzarayı seyretmek mümkün. Karşınızda Ali kayası, Kılavuzlu barajının kuş bakışı görüntüsü, bir tarafta üstü bulutlarla kaplı başı dumanlı dağlar. Dört tarafı manzara, çıkmaya değer bir doğa harikası. Hangisini izleyeceğiniz konusunda aklınız şımarıyor, ruhunuz bayram ediyor. Bu şehri cennetten bahşetmiş, doğasıyla bizi ödüllendirmiş olan Yaradan’a şükrümü yapıyorum. Bir doğa harikası daha görmenin mutluluğu ile ciğerlerime oksijeni ve yeşilin, mavinin doğanın tüm renklerini çekiyorum. Bu memlekette şair olunmaz da ne olunur diye de düşünüyorum.
Dönüş yolundayız, rotayı biraz değiştirip kolay bir yol seçtik. Yol üzerinde bir insanın içine girdikten sonra tek başına çıkamayacağı boyutta çukurlar kazıldığını gördük. Bir süre kafa yorduktan sonra buranın define avcıları tarafından kazıldığına karar verdik. O sırada bize yolu tarif eden köylü vatandaşımızın anlattıkları kafamda deli sorular dönmesine sebep oldu. Yakın zamanda bir Polonyalı turistin bu mevkie geldiği ve Güredil Kalesi’nin yolunu sorduğunu söylemişti. Bizim yardımsever köylülerimizde Polonyalı turiste yol gösterip, kaleye gitmesini sağlamışlar. Kim bu adam, burayı nereden biliyor, neden geldi... Kim bilir daha kimler geldi ve buralarda neler yaptı. Bir batı ülkesinde böyle elini kolunu sallayarak dağ taş gezmeyi bırakın, arka sokağa izinsiz gidemezsiniz. Neden benim ülkemde her önüne gelen her yere girip çıkabiliyor anlayamıyorum. Bu kadar mı yolgeçen hanı oldu benim ülkem.
Bu tarihi yerin koruma altına alınması ve bir arkeolojik kazı yapılması gerektiğini düşünüyorum. Bu anlamda gereken kurumlar sanırım gerekeni yaparlar da bir tarihi değerimiz daha soyulup soğana çevrilmeden korumaya alınır. Hoşça kalın dostça kalın.