Kahramanmaraş'ta eskiden beri dillendirilen bir hikaye vardır. "K.Maraş beddua almış" diye. Aslı astarı yok herkes kendi kusurunu yükleyecek bir yer arıyor bence. Bir çok dost niye uğramıyorsun, bir çay içer sohbet ederiz diyor.İnanın dost ziyaretinden sakınır olduk. Nereye varsanız selam faslından sonra konuşulan herşey gıybet cümlesinden sayılır oldu. Nereye otursanız dostlar bile göz ucuyla birbirini tartıyor.
- Ceketi yeni almış ama rengi de hiç uymamış.
- Bu da ihtiyarladı yavrum, hiç yaşlanmaz sanırdım.
- Yine ne demeye geldi acaba, bir şey mi isteyecek?
Sorular, sorular, uzayıp gider. Dostça nasılsın kardeşim sorusuna yürekten elhamdulillah diyemediğimiz kaç zaman oldu? Yapmacık gülümsemeler, riya dolu cümleler,istihza içeren cevaplar. Bu çirkin, sevimsiz davranış biçimi, bu iki değil çok yüzlülük bitirecek bizi. Geçmişte bir büyüğümle bir tüccarın bayram ziyaretine gitmiştik. Selam faslından sonra tüccar yanımdaki adama "Sizin işlerinizin bozulduğundan bahsediyorlar, doğru mu?" deyiverdi. Adamcağız kızardı bozardı "evet" dedi "bazı zorlukların olduğu doğrudur. Lakin gayret ediyoruz" dedi. Ziyaretine gittiğimiz tüccar bir kabalığa daha imza attı ve "kardeşim iki fabrikan var, birini sat borcunu öde, rahat et. Hem fabrikanı satarsan benim de haberim olsun" dedi. Yanımdaki zatın konuşmaya mecali kalmamıştı. Bize müsaade dedik ve ayrıldık. Çok incinmişti. Birçok emeklerle meydana getirdiği fabrikasına göz dikmiş bir dostun dost olmadığını o gün öğrenmişti. Bu tip davranışlar görgüsüzlüğün, itikad zayıflığının bize musallat olan bir tezahürüdür. Topyekün bu sefih davranıştan vazgeçmedikçe iflah olmayız. Halbuki Peygamber Efendimiz (sav) Ashabını eğitirken cahiliyye ahlakı dediğimiz bu tip davranışları şiddetle reddetmiş, "falanın elbisesi ne kadar uzun" denilmesini bile gıybet saymış. Ya Rasulallah, o adamın elbisesi gerçekten uzun olsa da gıybet suçu işlemiş olur muyuz diyenlere: "Olmayan bir şeyi söylemeniz iftira olur. İşittiğinde hoşuna gitmeyecek söz ise gıybet olur" buyurmuşlardır. Bir gün Hz.Ebubekir ve Hz.Ömer efendilerimiz çok acıkmışlardır. Yokluk yıllarıdır. Selman (ra)'ı Peygamberimiz'in evine yollarlar. "Var bak bakalım, Efendimiz'in hanesinde yiyecek var mı" derler. Selman yola koyulur. Selman'ın İslam öncesi çileli hayatını hatırlayan Ebubekir ve Ömer Efendilerimiz derler ki: "Selman'ı gönderdik ama O'nun kaderi kara sulu kuyuya gitse susuz gelir" Gerçekten de Selman (ra) Peygamberimiz'in hane-i saadetinde birşey olmadığı haberini getirir.
O sırada Peygamberimiz çıkagelir. Hz.Ebubekir ve Ömer (ra) efendilerimiz derler ki: "Ya Rasulallah, ikimiz de açız. Selman'ı size yolladık, sizde de birşey yokmuş." Efendimiz buyurur ki: "Biraz önce Selman'ın etini çiğneyerek açlığınızı giderdiniz ya." Çok utanırlar. Hem Efendimiz'den hem de Selman'dan özür dilerler.
Hal böyleyken ve asırlar boyunca dedikodu, gıybet, yalan, müstehcenlik, argo gibi ahlak-ı zemime bizim toplumlarımızda görülmezken. Şimdi ne oldu da doğru bir sözümüz, samimi bir yüzümüz kalmadı. Bunun beddua almış olmakla ne alakası var, basbayağı ahlaksızlık. Ve biz bu kötü huyu kendi arzularımızla kazandık. Dünyevileştik. Beklentilerimiz tamamen dünyalık olunca da ahiret kaygısı, hesap endişesi, cehennem korkusu içimizden alındı. Birgün sorulacağını unutan insanımız da azgınlaştı, canavarlaştı. Şimdi şöyle etrafınıza bir göz atın. Gazeteler, televizyonlar, esnaf, tüccar, memur amir bu suça bulaşmayanımız kaldı mı? Kalmadı tabi ki. Kimse kendi işine odaklanıp, işini güzel yapmak arzusunda değil. Herkes birbirini tecessüs derdinde. Geçmişte bir manifaturacıya misafir oldum. Dükkanına oturduk çay içiyoruz. Adam işsizlikten bahsediyor, şikayet ediyor, ben de teselli etmeye çalışıyorum. Rabbim rızkı dilediğine ilmi çalışana verir diyorum. Tam bu sırada manifaturacı bana karşı dükkanı göstererek "şu adam hiçbir özelliği yokken günde 20 müşteri topluyor. Her birinden şu kadar kazansa bu kadar geliri olur. Benim suçum ne" dedi. Ben de cevaben "kardeşim, komşunun müşterisini sayıncaya kadar kendi dükkanınla meşgul olsan Allah sana da verecek" demek zorunda kaldım.
Şimdi bütün meslek erbabı kendi işini iyi yapıp kendi branşında dürüstçe ilerlemek yerine, rakiplerine tuzak kurmak, onlara haksız rekabette bulunmak yolunu seçince ortalık birbirine karışıyor. Samimiyetsizliğin bu derece ayyuka çıktığı bu toplumda da hayat çekilmez oluyor. İslam bize eşref-i mahluk olmayı tarif ediyor. Ama biz ısrarla esfel-i safiline talip oluyoruz. Şimdi her birerimiz içine düştüğümüz bu derin ahlak-ı zemime çukurundan kurtulmak için davranmalı ve daha sonra da topyekün tevbekar olmalıyız. İnsan kıskanmadan, haset etmeden de cemiyet içerisinde kendisine bir yer bulabilir ve o yer çok şerefli bir yer olur. Bizim geleneklerimizde iyilere imrenme vardır. İmrenme güzel bir huydur ve insana yeni yeni meziyetler kazandırır. Lakin ahlak-ı zemime uyuşturucu gibi zararlı alışkanlıktır. Bir topluma musallat oldu mu, o toplum iflah olmaz. Dünyanın gözünü bize diktiği şu günde dostlarımıza güzel ahlakımızla örnek olabilmek, düşmanlara ise onurlu duruşumuzla korku salmak şiarımız olmalıdır. Kimin meclisinde gıybet, nemime, yalan, müstehcenlik, argo konuşuluyorsa, mani olabiliyorsa olsun. Mani olamıyorsa ne olur meclisi terketsin. Birbirimize doğruları cesaretle hatırlatabildiğimiz gün üzerimizdeki beddua almışlık yalanı kalkacak ve gerçekten kardeş olduğumuzu hatırlayacağız. Bunun istisnası yok. Hacısı, hocası, amiri, memuru, esnafı, sanayicisi hep birden sarılmalıyız Allah'ın ipine.
Gazanız mübarek olsun.
Kalın sağlıcakla.