İnsanlık tarihinin en kadim ve süreklilik arz eden olgularından birisi göç adını verdiğimiz kitlesel hareketliliktir. Güvenlik, iklim, beslenme gibi temel kaygıların neticesi olarak genelde doğudan batıya ve güneyden kuzeye doğru bir yönelim içerisinde gerçekleşen göç dalgaları, yeryüzünde sürekli bir kitlesel hareketliliğin de kaynağını oluşturmuştur.
Eski dünya kıtaları diye adlandırılan Asya-Avrupa-Afrika üçlüsünün birbirine en yakın düştüğü güzergâh olan Anadolu, bu konumunun neticesi olarak tarihin en eski zamanlarından beri göç adını verdiğimiz kıtalar arası nüfus hareketliliğinin de odak noktası olmuştur.
Bu nüfus hareketliliği, zaman zaman transit geçişler şeklinde tezâhür ederken, genel olarak da yaşam alanı arzusuyla kalıcı göçlere tanıklık etmiştir. Her ne şekilde gerçekleşirse gerçekleşsin, değişmeyen en mühim gerçek, göçün tarihî süreç içerisindeki sürekliliğidir.
Anadolu, genelde dışardan göç almakla birlikte, süreç içerisinde dış göçler de vermiş ve bu yatay nüfus hareketlilikleri bu coğrafyanın tarihî-sosyolojisinin değişmez hakikati olmuştur. Neticede birçok yönden farklı karakterler arz eden göç sosyolojisi, Anadolu’nun tarihi-kültürel zenginliğinin de en mühim amili olmuştur.
Aslında geçmişten günümüze dünyanın tamamı göç dalgalarının etkisi altında olmakla birlikte, yoğunluk her yerde aynı olmamıştır. Kıtalar arası geçişgenliğin müsait olduğu yerler, göç yoğunluğunun da sıklet merkezleridir. İşte bu sebeple Anadolu göç yoğunluğunda dünyanın sayılı merkezlerinden birisi olmuştur.
An itibarıyla Suriye üzerinden gelen kitlesel muhaceret, göç zincirinin en yeni halkasıdır ve tarihi seyri içerisinde değerlendirdiğimizde muhtemelen son göç dalgası da olmayacaktır. Zamanın şartları icabı, nitelikleri bakımından farklılık arz eden göçleri durdurmak veya gerisin geri döndürmek mümkün olmadığı gibi, yön değiştirtmek de oldukça zor olmaktadır. Çünkü göçü meydana getiren sebeplerin oluşturmuş olduğu basınç, kitlelerin tazyikini de artırmaktadır. Bu sebeple göçü meydana getiren faktörler ortadan kaldırılmadığı müddetçe, önüne geçmek te mümkün olmamaktadır.
Misâlen 4. Asrın son çeyreğinde İtil (Volga) Irmağını geçen Hun kitlelerinin baskısı; Doğu Avrupa’da yaşayan toplulukların, bu yoğun ve güçlü dalgaya dayanamaması sonucu batıya doğru hareketlenmesine ve birbirlerini domino etkisiyle sürükleyerek meşhur Kavimler Göçünün oluşmasına sebep olmuştu. Tüm kıtayı etkisi altına alan Kavimler Göçüne ise Roma Düzeninin direnci yeterli gelmemiş ve Roma için sonun başlangıcı olmuştu.
Anadolu ölçeğinden baktığımızda ilk kitlesel göç dalgası, geldikten bir müddet sonra bu topraklarda yerlileşerek devletleşen Hititlerdi. Muhtemelen Kafkaslar üzerinden geldikten bir müddet sonra Orta Anadolu merkezli ilk siyasi düzeni kurup, 10 asra yakın coğrafyayla kader ortaklığı yaptılar.
MÖ 1200’lerde Balkanlar üzerinde Anadolu’ya yönelen ve “Ege Göçleri” diye anılan büyük kitlesel kavim girişleri ise, bu coğrafyanın düzenini yerle yeksân eden ilk yıkıcı göç dalgasıdır. Modern çağların sınır kontrol imkânlarının olmadığı dönemlerde zaten göç dalgalarını engelleyecek bir savunma hattının da oluşması imkânsızdı.
Yaşam alanı kaygısıyla gerçekleşen ve bir sel gibi önüne geleni tahrip edip giden bu hareketlilik Hitit Medeniyetinin sonunu getirirken, göçerlerin Anadolu’da kalan kısımları sonraki asırlarda yerlileşecek ve diğer yerlilerle karışarak kurulacak yeni düzenlerin de temelini oluşturacaklardır. (Frig, Lidya gibi)
Oğuz Türklerinin yerleşme arzusuyla bölgeye yöneldiği 11. Asra kadar, Anadolu’ya dışarıdan gelen kitlesel hareketleri; göç kapsamında değil, egemenlik kurma eğilimindeki planlı askeri hareketler olarak değerlendirmek daha uygun olacaktır. Kimmer, Pers, İskender, Roma saldırıları bu kapsamdadır. Ancak bununla birlikte Anadolu’ya; kitlesel ve yıkıcı olmayan ekonomik, siyasi, dinî sebeplerle gerçekleşen göç hareketleri de eksik olmamıştır.
Coğrafyayı her şeyiyle değişikliğe uğratarak, bambaşka bir çehreye büründüren ve bu halini günümüze kadar taşımayı başarabilen göç hareketi ise, 11. Asırdan itibaren çok büyük kitlelerle gerçekleşen ve kalıcı olan Türk göçleridir. Malazgirt’le birlikte, kalıcı ve birkaç asırlık bir süreklilikle devam edecek olan Müslüman Oğuz Türklerinin bu göçü; Anadolu’da bir yıkıma yol açmadığı gibi; tersine bir etkiyle bölgenin canlanıp, bayındır hâle gelmesine ve Müslüman Türk Medeniyetinin en diri ve etkili merkezi olmasına yol açacaktır.
Anadolu içlerine doğru gerçekleşen ve bizimle eş zamanlı diyebileceğimiz diğer bir göç hareketi ise; daha çok Güney Kafkasya-Batı İran dolaylarında yaşamakta olan Ermenilerin zorunlu göçüdür. Bizans idaresi; bu dönemde Ermenileri, Türk ilerleyişine bir kalkan olarak düşünmüş ve Güney Kafkaslar bölgesinden alarak, ağırlıklı olarak Orta ve Güney Anadolu’ya (Sivas-Maraş-Adana) yerleştirmek üzere zorunlu göçe tabi tutmuştu.
13. Asrın başlarından itibaren dünyayı kasıp kavuran Moğol İstilâsı; Anadolu’da yıkıcı bir etki oluştururken, diğer taraftan Orta Asya’dan gelen yeni göç dalgalarıyla Anadolu’da Türk yoğunluğunu iyice artırmış ve Anadolu-Balkanlar merkezli süper bir dünya gücü olan Osmanlı’nın nüfus temelinin oluşumuna dolaylı yönden katkıda bulunmuştur.
Moğol İstilasının atlatılmasından itibaren, İslam Dünyasındaki toparlanma eğilimi kitlesel göç hareketlerini de durağanlaştırmıştır. Bu dönemde Anadolu’dan sistemli ve bilinçli bir dış göç sosyolojisiyle karşılaşıyoruz. İlki, Rumeli’nin fethi sürecinde Balkanlar’a götürülerek iskân edilen Türkmen nüfusudur ki; Tuna Nehri’nin güneyine düşen bu alanda oluşan ciddi sayıdaki bu yerleşik Türk nüfusu, imparatorluğun Rumeli ayağını oluşturmuştur. Evlâd-ı Fatihan diye de anılan bu nüfus Balkanlar’da 5 asırlık Osmanlı hâkimiyetinin de dayanağı olmuştur.
Anadolu’daki ikinci tersine göç ise Şii Safevi Şeyhlerinin (Cüneyd-Haydar-İsmail) propagandaları ile Sünnilikten Şiiliğe geçen Türkmenlerin, Şah İsmail’in daveti ile Güney Azerbaycan-İran bölgesine yaptıkları kitlesel ve mezhebi karakterli göç dalgasıdır. Bu süreç oldukça sıkıntılı ve yıkıcı geçmiş olup, Anadolu’nun en çalkantılı yıllarıdır. Neticede bu durumun oluşturduğu kargaşa ve iç çatışma muazzam bir enerji kaybı olarak, Avrupa yönündeki Türk ilerleyiş hızının da yavaşlama ve zayıflamasında temel etkenlerden biri olmuştur.