26 Ağustos... Zaferler ayı Ağustos’un taçlandığı gün. 26 Ağustos, Anadolu topraklarında milli varlığımızın kaderinin tayin edildiği iki ayrı savaşın 8,5 asır arayla aynı güne denk gelişi. Bunların ilki 1071-Malazgirt, ikincisi 1922-Büyük Taarruz’dur.
951 yıl önce Rum (Bizans) ordusuna karşı Sultan Alparslan komutasında kazanılan Malazgirt Zaferi Türkistan’ın bağrından kopup gelen Oğuz Türklerine Anadolu’nun yeni bir vatan oluşunu müjdelerken, ondan 8,5 asır sonra yine bir Rum (Yunan) ordusuna karşı Mustafa Kemal Paşa başkomutanlığında başlatılan Büyük Taarruz da “Başkomutanlık Meydan Muharebesi” zaferiyle neticelenerek Anadolu topraklarındaki Türk hâkimiyetini bir kez daha tescili ediyordu.
9,5 asır önce bu topraklara dikilen sancak asırlar boyu doğudan ve batıdan gelen müstevlilerce sökülmeye çalışılmışsa da asla yerinden oynatılamamış, ecdadın kanıyla sulanarak kökleri maziye dalları atiye uzanan dev bir hayat ağacına dönüşmüştür. Tarihimizde sayısız zaferler ve fetihler olmakla birlikte sonuçları itibarıyla kalıcı olanlar daha mühimdir. İşte bu sebeple Malazgirt’ten Büyük Taarruza uzanan zincirin halkalarında bu ikisi birbirini tamamlayan kalıcı zaferlerdendir.
Malazgirt öncesi Batı Dünyasının doğu hududu Bizans sayesinde İran’a ve Suriye’ye dayanıyordu. Kısaca Avrupa sınırları Anadolu coğrafyasıyla birlikte Asya’ya taşıyordu. Bu da Avrupa’ya İslâm Dünyasına karşı ciddi bir jeopolitik avantaj sağlıyordu. Ancak Malazgirt her şeyi alt üst etti.
Bizans, Malazgirt’ten sonra Anadolu’yu Türklere kaptırarak Boğaziçi’ne çekilmişti. Türkler boğazı geçip Avrupa’ya atlamak üzereydiler ve Bizans’ın Türkleri durdurmaya gücü yetmiyordu. Bu sebeple Avrupa Bizans’ı ve hudutlarını koruma kaygısıyla harekete geçip Haçlı Seferlerini düzenledi. Bu tarihten itibaren Avrupa için Bizans, Türklere karşı bir kalkan olarak görülmeye başlandı.
Avrupa’nın Haçlı Seferleri müdahalesi Türkleri Boğaziçi’nden Orta Anadolu bozkırlarına gerilettiyse de bu sadece zaman kazanmaktan ibaret kalacaktır. Haçlı Seferlerine başarıyla karşı koyan Selçuklu Anadolu’su Moğol saldırılarıyla yıkımın eşiğine de gelse Osmanlılar yeni bir hamle ile 14. Asrın ikinci yarısında Çanakkale’yi geçerek Avrupa’ya atlamayı ve hızla ilerlemeyi başardılar. 1453’ten itibaren Konstantinopolis’te dalgalanmaya başlayan Türk Sancağı Avrupa’nın uygarlık temeli olan Roma’nın da sonunu haber veriyordu. Artık Rumlar, Avrupalılar için Osmanlı teb’ası Ortodoks Doğu Hristiyanlarından başka bir şey değildir.
18. asrın sonlarına kadar Türk egemenliğinde oldukça müreffeh ve rahat bir hayat yaşayan Rumlar arasında Avrupalı romantikler ve siyasilerin etkisiyle bağımsızlık hareketleri başladı.
18. asır Avrupası çok ciddi bir ilmi, edebi ve sanatsal gelişim süreci yaşadı. Matbaa, Rönesans, Reform, Hümanizm gibi hareketler neticesi meydana gelen bu büyük dönüşüm ve gelişim süreci Avrupa için “Aydınlanma Dönemi” diye adlandırılır. İşte günümüz Yunanistan’ı bu Aydınlanma döneminin bir neticesi olarak doğdu. Nasıl mı?
Aydınlanma döneminde Avrupalılar eski Yunan ve diğer Grek Medeniyetlerini ve eserlerini iyice tanıdılar. Avrupa Uygarlığının ilk temellerinin dayandığı bu antik medeniyet Avrupalılarca kutsallaştırılan bir dönem oldu. Bu, doğal olarak eski Yunanistan’a (Osmanlı Mora’sı) ve orada yaşayan Rum halka karşı Avrupa insanında büyük bir ilgi ve muhabbete dönüştü.
Aslında Mora’da yaşayan Rumların eski Yunanlılarla genetik bir bağlantısı yoktu. Eski Yunanlılar zaman içinde bu topraklara gelen diğer kavimlerle karışarak tarih sahnesinden çekilmişlerdi. Ancak Avrupa için bu bir sorun teşkil etmedi. Eski Yunan topraklarında yaşayan Rumlar Yunanlılar olarak kabul edildi. Bu andan itibaren entellektüel çevrelerden başlayarak tüm Avrupa’da Yunan bağımsızlığı düşüncesi hâkim oldu. Fransız İhtilâlinin getirdiği ulusçuluk akımı ve Osmanlı’nın Avrupa karşısındaki zayıflığı da bu arzunun gerçekleşmesini sağladı.
Neticede 1829 yılında İngiltere-Fransa-Rusya üçlüsünün ortak deniz ve kara harekâtları neticesi Mora Yarımadası Osmanlı’dan koparılarak sunî bir proje Yunan Devleti meydana getirildi. Başına da bir Alman prens Yunan kralı olarak oturtuldu. Yunanistan’ın bu şekilde doğuşu onun kuruluşundan günümüze bir proje devlet olarak gelmesini de sağladı.
Yunanistan bir yandan Bizans’ın doğal mirasçısı olarak kabul edilirken, diğer yandan da Rumlar bu misyonun hayata geçirilmesi projesinin gönüllü aktörü oldu. Osmanlı Balkanlarının (Rumeli) parçalanması ve yok edilmesinde aktif görev aldı. Bu görevinin mükâfatı olarak Osmanlı’dan koparılan Balkan topraklarından ve adalardan büyük lokmalarla genişletildi. 1897’de 2.Abdulhamid’den müthiş bir Osmanlı tokadı yiyen Yunanistan’ın imdadına Avrupa devletleri yetişti. Peşi peşine kazandığı zaferlerle Atina kapılarına kadar gelen Osmanlı Ordusu büyük devletlerin baskılarıyla geri çekilmek zorunda kaldı.
Avrupa’nın şımarık çocuğu Yunanistan, Balkan Savaşında Selanik ve Batı Trakya ile Adaları almayı başarırken, 1.Dünya Savaşı sonunda Anadolu’ya daldı. İngiltere’nin desteği ile Batı Anadolu’yu işgale başlayan Yunanlılar için Küçük Asya dedikleri Anadolu “Megola İdea”nın hayat bulma yeriydi. Atina’dan Trabzon’a kadar uzanacak yeni Bizans artık bir kulaç ötedeydi. Proje Yunan Devletinin yeni misyonu sahillere sahip olarak Türkleri Anadolu bozkırlarında tutmaktı.
15 Mayıs 1919’da İzmir’le başlayan vahşi ve hayâsız işgal, 9 Eylül 1922’de son Yunan kılıç artıklarının da İzmir rıhtımından ardına bakmadan gemilere binip kaçmasıyla sonuçlandı. Megola İdea hayalinin nostaljik bir ütopyadan ibaret olduğu bir kez daha ortaya çıktı. Büyük Taarruz, Rumlar için asırlar sonra tekrar görülen bir rüyanın da hazin sonu oldu.
İstiklâl Harbinin zaferle neticelenip, Sevr projelerinin tarihin çöplüğüne atılmasından günümüze kadar gelen süreçte ise proje Yunan Devleti’nin görev tanımı yenilendi. Yunanistan son bir asırda Avrupa ve ABD’nin desteğiyle Türkiye’yi batıdan ve Adalar Denizi’nden (Ege) kuşatma ve Avrupa ile arada bir tampon olma görevi verilmiş bir devletten öteye gidememiştir. Yüz yıldır Yunanistan’la yaşanan tüm sorunların da temelinde bu anlayış yatmaktadır.
Adaları silahlandırma, Batı Trakya Türklerine yönelik baskı, yıldırma ve asimilasyon politikaları, Kıbrıs, kıta sahanlığı meselesi, deniz yetki alanları, Türkiye karşıtı terör örgütlerine verilen destekler, siyasi suçluların himayesi, Türkiye’nin AB üyelik sürecine karşı çıkışlar, Rum Patrikhanesinin statüsü gibi çok sayıda meselenin temelinde yatan ana sebep, Türkiye’yi batı sınırında durdurma ve oyalama stratejisinin zaman zaman devreye sokulan unsurlarıdır.
Mali ve askeri bakımdan tamamen Batı’ya bağımlı olan Yunanistan’ın kendini sürekli güçlü ve tehditkâr gösterme çabasının altında Türkiye karşısındaki ezikliği ve korku psikolojisi yatmaktadır.
Yunanistan şimdilerde kendini güvende hissetme ve Türkiye’ye karşı olası bir modern Haçlı saldırısında pastadan payını kapma telaşı içerisinde ülkesini gönüllü olarak ABD askeri üslerine çevirmiş durumda. Adı konulmamış bir ABD işgali başta Dedeağaç olmak üzere birçok liman ve adasını resmen kapsamış durumda. Zahirde Rusya’ya karşı olduğu ifade edilen tüm bu yığınağın gerçekte Türkiye’ye karşı oluşturulduğu ayan beyân ortadadır.
Son yıllarda Türkiye’nin çok ciddi bir sıçrama yaparak bölgesel bir güç hâline gelmesi, ABD ve AB’nin Türkiye üzerindeki eski etkinliğinin kalmaması ve savunma sanayiindeki baş döndürücü gelişimi Avrupa ve onun proje uydu devleti Yunanistan’da uykuların kaçmasına yol açıyor. Büyük Taarruz ve Başkomutanlık Zaferinin yüzüncü yılında Türkiye’nin çok daha güçlü ve etkili olması Batı için Yunanistan’ın önemini daha da artırmıştır. Yunanistan’ın güçlendirilmesi ve desteklenmesi aslında Batı’nın kendi güvenlik kaygılarıyla ilgilidir. Türk fobisi Batı’nın kabusu olmaya devam etmektedir.
Büyük Taarruzun 100. Yılında Malazgirt’ten beri bu mübarek vatan topraklarına kendilerini feda etmiş tüm şehid ve gazilerimizi rahmet ve minnetle yâd ediyoruz.
İbrahim KANADIKIRIK