Değerli okurlar, sevgili hemşehrilerim; bu haftaki köşe yazımda cinsel suçlar ve kadına karşı şiddetin önlenmesi için öngörülen tedbirler özelinde mağdur beyanının delil değerini kaleme alacağım. Kadının beyanı gerçekten esas mı veya hangi durumlarda esastır bunları anlatacağım. Cinsel suçlar; cinsel taciz, sarkıntılık, cinsel saldırı, nitelikli cinsel saldırı, cinsel istismar ve nitelikli cinsel istismardır.
Kanun koyucu cinsel tacizden cinsel istismara doğru eylemlerin yoğunluğuna göre artacak şekilde cezalar öngörmüştür. Bu suçlara ilişkin detaylı açıklamayı başka bir yazımda yapacağım.
Cinsel suçların mağduru konumunda görmeye alışkın olduğumuz kişiler, genellikle kadınlar ve çocuklardır. Bu kişilere yönelik her türlü cinsel amaçlı davranış daha ziyade yakınlarında bulunan insanlar tarafından ve gözden uzak, izbe, kapalı alanlarda gerçekleştirilmektedir. Bu sebeple bu suçların ispatı bakımından zorluklar ortaya çıkmaktadır. Çoğu zaman bu suçların ispatı için mağdurun beyanından başka bir delil ele geçirilememektedir. Bu noktada mağdurun beyanına ne kadar itibar edilmesi gerektiği ciddi önem taşıyor. İşte toplumdaki “kadının beyanı esastır” tartışması da burada başlıyor. Gelin bir bakalım mahkemeler bu tartışmaya nasıl yaklaşıyor. Daha önceki bir yazımda masumiyet karinesinden bahsetmiştim. Masumiyet karinesi; kişinin suçlu olduğunun kesin delillerle ispat edilmesi gerekliliğini ifade ediyor. Olayın tarafı olan mağdurun beyanları bu kesinliği ne derecede sağlıyor? Mağdur; olayın tarafı olduğu için beyanlarına kuşku ile yaklaşılması gerektiği gibi bizzat eylemin yöneldiği kişi olduğu için de olayı en doğru şekilde aktarabilecek kişi.
Cinsel suçların böyle gizlice işlendiği göz önüne alındığında mağdur beyanından başka bir delil etmek bazen imkansız oluyor. Her ne kadar bazı biyolojik bulgular da suçu ispata yarasa da aradan belirli bir zaman geçtikten sonra bu bulgular vücutta kaybolduğundan tespit edilmesi de mümkün olmayabiliyor. Bu noktada mağdurun beyanının tartılması, tartışılması, her yönüyle irdelenmesi ve sonuçta da doğru olup olmadığına dair bir karar verilmesi gerekiyor. Bazı zamanlarda kişiler arasındaki husumetten, kin gütmekten kaynaklı olarak bu kinin etkisi ve intikam içgüdüsü ile karşısındakine zarar vermek isteyen kişiler yalan-yanlış, aldatıcı beyanlarda bulunarak iftira atma çabası içerisine de girebiliyor. Mağdurun beyanının direkt doğru kabul edilmesi sorunlara yol açabileceği gibi sırf mağdur olduğu için beyanlarının güvenilir ve inandırıcı olmadığını düşünmek de aynı şekilde sorunlara yol açabiliyor.
Mahkeme mağdurun beyanını tartarken öncelikle taraflar arasında bir husumetin olup olmadığını araştırmalıdır. Buna ek olarak beyanların inandırıcılığı ve akla makul olup olmadığı da tartılmalıdır. Ayrıca; bu beyanların kendi içerisinde çelişip çelişmediği, belirli bir mantığa oturup oturmadığı, olay örgüsünün net anlaşılır ve her yönüyle anlatılıp anlatılmadığı, olay örgüsünde hayatın olağan akışına ve mantığa aykırılık bulunup bulunmadığı da dikkatle irdelenmelidir. Mağdurun sadece söyledikleri değil; beyanda bulunurkenki hal ve hareketleri, jest ve mimikleri de son derece önem arz ediyor. Hakim; mağduru iyice gözlemlemeli, hal ve hareketlerinde tutarsızlık ve şüphe gözlemlediğinde mağduru sorguya çekmeli ve beyanların inandırıcı ve güvenilir olup olmadığını dikkatle süzgeçten geçirmelidir.
Çocukların mağdur olduğu suçlarda ise çocuklar psikologlar ve pedagoglar eşliğine dinlenmeli, ruhsal ve duygu durumları uzman pedagoglarca gözlemlenmeli, beyanlarının manipulasyondan veya hayalden mi ibaret olduğu yoksa gerçekleşmiş olaylar üzerine mi olduğu ortaya konmalıdır. Çocukların dinlenmesi daha hassas gerçekleştirilmesi gerektiğinin yanı sıra yetişkinlere nazaran görece gerçekleri ortaya çıkarmaya daha elverişlidir. Yetişkinler daha profesyonel yalanlar söyleyebilir ancak mağdur çocukların yanlış beyanları yalandan değil ya kendisinin ebeveyni tarafından yanlış yönlendirilmesinden veyahut hayal aleminden kaynaklanmaktadır. Bu tür suçlara maruz kalmış çocukların ruhsal dengeleri ve psikolojileri daha büyük hasarlar görmekte ve bu hasarlar da dış dünyaya yansımaktadır. O yüzden uzman pedagoglar bu tür suçlara maruz kalmış çocukların davranışlarından psikolojilerini ve ruhsal durumlarını daha kolay anlayabilmektedir. O yüzden; yalnızca beyanlar değil davranışlar, jest ve mimikler de son derece önemlidir.
Bu şekilde ciddi ve özenli bir şekilde süzgeçten geçirilen mağdur beyanları; hakim nezdinde inandırıcı bulunursa hükme esas alınabilmesi mümkündür. Esasen ceza yargılamasında serbest delil sitemi kullanılmaktadır. Bu sistemde; olaylar her türlü delille ispatlanabilmekte hakimin vicdani kanısında takdir hakkı tanınmaktadır. Bu nedenle hukuk davalarında, davacının beyanı tek başına delil teşkil etmediği gibi davalının ikrarı delil kabul edilmesine karşılık ceza davalarında mağdur beyanı bazı durumlarda delil olarak kabul edilmekte sanığın ikrarı ise hakimi bağlamamaktadır. Hakim sanığın suçu kabul etmesine rağmen vicdani kanısına göre suçu işlediğine ikna olmazsa beraat kararı verebilmektedir.
Gelelim kadına karşı şiddetin önlenmesi için öngörülen tedbirlerde kadının beyanının delil değerine. Bu konu ceza yargılamasından biraz daha farklı. Burada önemli olan; hızlı ve ivedi şekilde aksiyon alarak, şiddet görme ihtimali bulunan kadını korumak, koruyucu tedbirler almak. Bu konularda zaman çok değerli. Ceza yargılamasında işlenmiş bir suçtan sonra suçun ortaya çıkartılması söz konusu iken burada suçun mağduru olma ihtimali bulunan kadın için bir an önce gerekli önlemlerin alınması söz konusu. Önlemler alınmadan önce kadının iddialarının doğruluğunun araştırılması, bu konuda delillerin toplanması zaman alacağı için kanun; kadının iddiasını ciddi gösteren olguları sunduğu ve hakimin de bu olguların varlığına dair kesin olmasa da bir kanaat edindiği takdirde delil toplamadan direkt uzaklaştırma veyahut diğer koruma tedbirine başvurabiliyor. İşte kadının beyanı esas mı tartışması da tam olarak burada başlıyor. Kadının iddiasının doğru olup olmadığını araştırmadan koruma kararı vermek; “kadının beyanının esas alınması” anlamına geliyor. Bu da; bazen toplumda, aile içi anlaşmazlıklar ortaya çıktığında, bu anlaşmazlıklar erkeğin şiddet uygulamasına kadar varmasa dahi sırf kadının koruma tedbirlerini intikam aracı olarak kullanmasına sebep olabiliyor.
Peki mahkeme bunu nasıl anlayacak? Kendisine gelen her şikayette şikayetin doğruluğunu araştırana kadar ve delilleri toplayana kadar geçecek zamanda şikayet edenin başına bir şey gelirse sorumlusu kim olacak? Hadi diyelim ki kadın; koruma kararı verilmesini gerektirecek bir durum olmasa da erkeği şikayet etti ve erkek hakkında uzaklaştırma kararı verildi. Bu durumun dönüşü var; erkek, kendisi hakkında yapılan şikayetin asılsız olduğunu ispat ederek haklarını kullanabilir ve tazminat dahi isteyebilir. Bu hakkını kullanmasa da koruma kararı ile kaybettiği şey; sadece bir süreliğine evden uzak kalmak. Peki ya şikayet doğru ise ve kadının hayatı, vücut bütünlüğü tehlikede ise? İşte o zaman kaybedeceği çok şey var; can.
Bu noktada topluma da çok büyük iş düşüyor. Hatta en büyük sorumluluk esasen topluma ait. Birinci sorumluluk; ne olursa olsun şiddete başvurmamak, sorunları barışçıl yöntemlerle çözmek. Unutmayın ki bu koruma tedbirleri belirli bir yaşanmışlığın ardından kanun haline getirildi. Toplumda hiç kadına karşı şiddet olmasaydı, hiçbir erkek eşini/eski eşini öldürmeseydi ne bu tedbirlere gerek kalacaktı ne de bazı suçların eşe veya boşandığı eşe karşı işlenmesi nitelikli hal kapsamına alınacaktı. Bu kuralların, kanunların hepsi yaşanmışlıkların sonucunda ortaya çıktı. Kadına karşı şiddet toplumumuzun bir gerçeği haline geldi. Topluma düşen bir diğer sorumluluk ise; bu koruma tedbirlerinin kötüye kullanılmaması, istismar edilmemesi ve intikam aracı olarak kullanılmaması. Bu amaçlarla kullanıldığında inandırıcılığı ve etkinliği düşüyor. “Kadının beyanı esas mı” tartışmasının sebebi de yine yaşanmışlıklar. Gerçeğe aykırı şekilde iftiralar, iddialar, şikayetler. Son ve en önemli görev ise, kanunlara, mahkemelere ve mahkemelerin verdiği kararlara saygılı olmak. Uzaklaştırma kararlarını ihlal etmemek. Yukarıda da ifade etmiştim bu kararlar erkeğin hayatından çok da büyük şeyler götürmüyor. Ancak uzaklaştırma kararına sinirlendikten sonra eşine şiddet uygulayan insanın hayatından çok şey gidiyor. Hayatı gidiyor. Eşini kaybediyor, ilişkisini kaybediyor, ailesini kaybediyor, hapse giriyor. Sağduyulu olmak ve kararlara saygılı davranmak en doğrusu. Şiddetsiz, kavgasız bir toplum inşaat etmek her ferdin görevidir. Barışla kalın….