Üsküp, adeta iki ayrı şehrin birleşmesinden oluşmuş desem yanlış olmaz. Osmanlı Çarşısı tarafı ve yeni Üsküp tarafı. Eski Osmanlı Çarşısı, çoğunlukla Müslüman Türkler ve Müslüman Arnavutlar yaşıyor. Dükkanlar, Arnavut kaldırımlı dar sokakların kenarlarına dizilmiş. Kırmızı kiremitli, en fazla iki katlı minik dükkanlardan dışarıya taşan hediyelik eşyalar, otantik kıyafetler, kilimleri görünce bir Anadolu kasabasında olduğunuz zannına kapılabilirsiniz. Arada Türk çayı ve kahvesi içebileceğiniz küçük kafeler, yöresel yemek dükkanları size görsel şölen sunar. Çay, kahve iki ya da üç Euro. On ila otuz Euro arasında yöresel bir lezzetle karnınızı doyurabilirsiniz. Her üç kişiden biri Türkçe konuşuyor, Türkiye’ den geldiğinizi anladıklarında, kibar iltifatlarla sizi mutlu ediyorlar. Arada Türk Bayrağı görmek daha da duygulandırıyor insanı.
Dar sokaklardan ilerleyip, çarşının kalbindeki Osmanlı eseri Kapan Han’a giriyorum. Bizdeki tarihi hanlardan bir farkı yok. Etrafı yüksek taş duvarla çevrili, kocaman kapısı olan hana girdiğimde, avlusunda restoran ve kafeler dikkatimi çekiyor, kenarlarına alkol şişeleri yığılmış. Avluyu çepeçevre saran dükkanların bir kısmı kapalı, üst katta sıralı dükkanların önünde tahta parmaklıklı balkon uzanıyor. Dükkanlar avukatlık bürosu olarak kullanılıyormuş, bugün tatil günü olduğundan kapalıymış. Tarihi bir mekânda çalışmanın hazzını hissediyor ve içten işçe imreniyorum.
Tarihi çarşıda 15. YY’ da İshak Bey tarafından inşa edilen tarihi Bedesten ikinci durağım oluyor. Selanik, Seres, Larissa, Saraybosna, Yambol, Manastır gibi birçok Balkan şehrini süsleyen bedestenlerin bu bölgede ticari ve iktisadi faydası tartışılamaz. Adı üstünde, kumaşın alınıp, satıldığı yer. Viyana Kuşatmasının intikamını Osmanlı’dan almak isteyen Avusturya, Üsküp'ü yaktığında eski çarşıda büyük tahribat olmuş.1689 Hadisesi olarak anılan bu olaydan sonra Bedesten, ancak 1900 yılında bugünkü haline kavuşmuş. Balkanlar’daki Osmanlı eserlerinin TİKA tarafından restore edildiğini söylemeden geçemeyeceğim.
Çarşıyı gezerken, hemen önünüze çıkan Murat Paşa Cami, yine 15. YY esintilerini gözlerinize ve ruhunuza hissettirir. Son zamanlarda, bu camide cuma vaazlarının Türkçe verilmesi, buradaki Türk halkını oldukça mutlu ediyormuş. Camiden çıkınca, az ötede bizi Çifte Hamam karşılıyor.
On beş odalı, on üç kubbeli Çifte Hamam, 15. yüzyılda Doğu Rumeli Büyük Veziri Davut Paşa için yapılmış, dolayısıyla diğer ismi de Davut Paşa Hamamı. Erkekler ve kadınlar için ayrı bölümü olduğundan, Çifte Hamam olarak da anılır olmuş. 1950’ den bu yana sanat galerisi olarak kullanılan hamamın suyunun şifalı olduğuna inanıldığından, döneminde müşterisi de oldukça fazlaymış.
Osmanlı çarşısını gezerken, Kurşunlu Han’ ı atlamayın sakın. Önemlidir Kurşunlu Han, günümüze kadar ayakta kalmış olan üç Osmanlı kervansarayının en büyüğü ve en güzelidir.1550 yılında, ikinci Selim’in himayesindeki bilim adamlarından Abdul Gani’nin oğlu olan Molla Müslihiddin Hoca tarafından inşa edilmiş. İki katı da kemerlerle süslü olan taş han, dikdörtgen nizamda yapılmış ve iki ayrı bahçeye sahip. Demir parmaklıklı pencereleri bile dikdörtgen biçiminde. Bahçenin birinde yolcuların hayvanları ve malları tutulurken, diğerinde konaklamaları sağlanırmış. Çatısı kurşun kaplama olduğundan, Kurşunlu Han ismi verilmiş.
Üsküp, balkanlarda en fazla Osmanlı eseri bulunan güzel bir şehir. Bunlardan en önemlilerini anlatırken, şehir merkezindeki tepe üzerinde olan Sultan Murat camiini unutamazdım. İlk inşa edilen camilerden biridir (1436), Hünkâr Camisi, Cami-i Atik ya da Eski Cami olarak da biliniyor. Zamanında imareti ve medresesi ile çok hizmet vermiş, bu sebepten Evliya Çelebi seyahatnamesinde camiden bahseder. Bahçedeki kocaman saat kulesi, külliyenin güzel bir parçasıdır. Daha da önemli olan mevzu; Sultan I. Murat, Kosova Savaşı sonrasında, savaş alanında dolaşırken, yaralı Miloş Obiliç adında bir Sırp tarafından şehit edilmiş, cenazesi de İstanbul’a gönderilmeden önce bu camide bekletilmiş.
Osmanlı çarşısından çıkarken, ardımızda beş yüz seksen yıllık zaman yolculuğunu bırakıp, yeni dünyaya doğru keşfimi sürdürüyorum. Ne gariptir ki yine beş yüz yetmiş yıllık bir köprüden, Fatih Sultan Mehmet köprüsünden geçiyorum. Adeta bize şunu söylüyor köprü; “Osmanlı’nın izlerini silmeye çalışsalar da ben capcanlı hala buradayım, benim üzerimden geçmeden yeni şehrinize varamazsınız, yeniye de eskiye de ev sahipliği yapıyorum. Beni unutmak öyle kolay değil.” Zamanın ötesinden bu cümleler kulaklarım da mistik bir tını bırakıyor. Ya da ben öyle hissetmek istiyorum. 13 kemerli taş köprü, Vardar nehri üzerinde sükûnetle uzanırken, sizi öteki dünyanın kollarına bırakıveriyor. Ardımda bıraktığım Osmanlı ruhunu, bana doyasıya yaşatan çarşıdan, sosyalist ruhun temsilcisi Üsküp meydanına giriyorum. Az önce deneyimlediğim tarihin izlerini, bilincimdeki süzgeçten geçiriyorum. Üsküp, beş yüz elli yıl Osmanlı hakimiyetinde kaldıktan sonra, Balkan harplerinin akabinde, 1913’te ayrılmış bizden. Bu ayrılık nasıl da değiştirmiş Üsküp’ü, şimdilerde adı Skopje. Anneannem, insanların başına gelen felaketleri kısa yoldan anlatmak için “kaptan kaba konmuş” der. Üsküp de benim gözümde, zaman yolculuğunda kaptan kaba konmuş bir gelin gibi. Otuz yıllık bu taze ülke, 1944’te Titon’ un başkanlığında Yugoslavya Sosyalist Cumhuriyetlerinin kurucuları arasında yer almış. 1991 yılında Yugoslav Federasyonu dağılınca, bağımsızlığını ilan etmiş ve ülke Makedonya ismini vermiş kendine. Yunanistan, ülkenin isminin Makedonya olmasını kabul etmemiş. Makedonya, Büyük İskender’in kurduğu ülkenin adıdır, Yunanlılar Büyük İskender’i kendi kahramanları kabul ederler. Bunu bahane gösteren Yunanlılar, Makedonya tarihi ve kültürünün kendilerine ait olduğunu, Slavlar ‘ın Büyük İskender'den sonra buraya geldiğini ve Yunan kültürüyle alakaları olmadığını savunurlar. Ayrıca içinde Selanik’in de bulunduğu bölge, Yunanistan’da Makedonya olarak adlandırılmıştır. İsim sorunundan dolayı Makedonya, Avrupa Birliği veya NATO'ya üye olamaz.1918 de kriz çözülür ve bir anlaşmayla Kuzey Makedonya Cumhuriyeti olarak ismi değiştirir.
Hemen köprünün berisinde, İskender’in babası ikinci Filip’in devasa heykeli karşılar sizi. Köprünün öbür tarafındaki meydanın ortasında, uzun bir kaidenin üzerinde atını şahlandıran Büyük İskender, babasına kılıcıyla selam verir. Kaidenin ayaklarında aslan heykelleri ve etrafındaki fıskiyeler, ihtişamın göstergesidir. Heykelin kime ait olduğunu herkes bilir ama Yunanlılardan korkuya üstüne atlı savaşçı diye yazılmıştır, İskender heykelinin. Oysa18.500 metre karelik meydan, adeta İskender’in hayatını gözler önüne seren heykellerle süslüdür.
Köprüyü geçerken, hemen solumda Makedonya arkeoloji müzesi neolitik tarzıyla dikkatimi çekiyor. İtalyan tarzı sütunların tuttuğu yüksekçe tavanı, üçgen bir orta çatının iki yanındaki kubbeli çatı ve üzerindeki oymalı figürler, antik çağlardan gelen bir mabedi andırıyor. Akşamları, müze ışıklar altında daha da bir büyüleyici hal alıyor. Taş köprünün meydanla bağlantısını sola doğru takip ettiğinizde, müzenin kapısından başlayarak meydana uzanan küçük köprücüğün iki tarafına dizilmiş heykelciklerin ve aralarına serpilmiş uzun bacaklı, süslü sokak lambalarının geceye kattığı güzelliği seyredebilirsiniz. Gece, Varna nehrinin kenarındaki müzikli mekanlardan yayılan Grek müziği bu ışıklı şölene eşlik eder.
Köprüden geçer geçmez, bir kaide üzerinde daire çizercesine sıralanmış, kucağında çeşitli yaşları simgeleyen çocukların olduğu kadın heykelleri görürsünüz. İskender’in annesi Olimpia’ nın kucağındaki çocuklar, İskender’in tüm çocukluk çağlarını yansıtır. Annesini emen bebek İskender, kucağında oynayan çocuk İskender gibi birçok heykelin ayak ucundan kaideyi çepeçevre saran havuzcuk ve su fıskiyeleri, yaklaştığınızda size hoş bir serinlik bahşeder. Makedonya’ nın yirminci kuruluş yılı olan 1914’te, Üsküp’e yeni ve modern bir şehir görüntüsü kazandırmak amacıyla bir proje başlatılır ve bu kesim yeniden inşa edilir.1963’te meydana gelen yangından nasibini alan Üsküp böylece yenilenir. Aslına bakarsanız, Osmanlıdan kalma eski çarşıyı gölgede bırakarak, sosyalist bir şehir kimliği kazandırma telaşını anımsatıyor. Bu proje ile meydana sayısız heykel yapılmış. Azizlerin, Osmanlıya baş kaldırmış komitacıların, Kiril Alfabesini bulan Kiril ve kardeşi Metedius’un, tahtında nehre nazır oturan Justiniaus’un, meydana bakan binanın balkonlarındaki kadın heykellerinin yanı sıra yüzlerce heykel, Üsküp’e heykeller kenti unvanını kazandırmış. Ülkeye ufacık faydası olan her vatandaşın heykelini dikmişler.
İşsizliğin çok fazla olduğu ülkede, heykellere bunca paranın harcanmasına halk itiraz etmiş ama bir sonuç elde edilememiş. 2000 yılında Vodra dağına dikilen milenyum haçı da müsrif harcamaya yapılan tepkilerden nasibini almış. Gece haç ışıklandırılıyor, şehrin her yerinden ve uzak mesafelerden rahatça görülebiliyor. Yani haçı takip ederek şehri bulabilirsiniz.
Yüksekçe bir kaidenin üzerindeki tahtında oturan Sauil heykelinin önünden geçip, ıhlamur ağaçlarının süslediği sokağa giriyorum. Biraz yürüdükten sonra kalacağım otelin önündeyim. Tam karşısında Rahibe Teresa evi beni karşılıyor. Alt katında Teresa’nın eşyaları sergilenirken, üst kat kilise olarak hala kullanılıyor.
Akşam yemeğinde kaşar peynirli Makedonya Köftesi var (Şarska Pleskavica) ve yine yöresel tatlı Palaçinko. En önemlisi de garsonlar çoğunlukla Türk, anlaşmakta zorluk çekmeyeceğimiz bir ortam.