İnsan taşı yonttu önce. Yabani hayvanlardan korunmak için. Boynuzdan taştan kayadan kesici delici aletler yaptı sonra. Ok icat oldu sonra. Yabani hayvanları avlamak için. Bilahare yaratanın yaratılanların en şereflisi olarak nitelediği insan, kendisine verilen akıl ve zeka ile diğer tüm canlılara hükmetmeyi öğrendi. Kendisinden kat kat büyük ve kat kat ağır canlılara söz geçirmeye öğrendi. Çoğaldı yer yüzünün her yanına dağıldı. O oklar birbirine döndü sonra. Oklar yetmez oldu, kama, hançer, kılıç. Nihayet barut . İşte bu akıl tutulmalarının nihayetinde ortaya çıktı Aydınlanma çağı. Bilahare Fransız ihtilâli, reform hareketleri. Başka bir dünya idi dünya artık. Batı tüm geçmişini bir kenara atıyor, modernite ve modern kavramları kulağa hoş geliyordu. Zamanın filozoflarının açtığı düşünce çığırları ile birlikte kilise ve burjuvazinin tartışılmaz üstünlüklerini son veriliyor, “akıl” çağı başlıyordu. Sonra ne mi oluyor. Tarihin gördüğü en kanlı iki savaş, birinci ve ikinci dünya savaşı. Toprak olan milyonlar, atom bombası ile yerle bir edilen koca şehirler. Geçen ay vefat eden ünlü sosyolog Baumann 1950’lerde diyor ki; yaşadığımız çağın aslında ilk çağdan farkı yok. İnsanlar ilk cağlardan, belki daha fazla ilkel, daha barbar, daha vahşi. Ha, 1950’den sonra dünyada postmodern kavramı revaçta. Daha özgür, daha bireysel, dünya ve diğer insanlara daha duyarlı, çevre sorunlarını içselleştirmiş. Baumann yaşasa muhtemelen postmodern kavramınıda safsata olarak nitelendirirdi. Öyle ya, dünyanın her yerinden her gün barut kokusu gelirken, insanlar gözlerini kırpmadan insanları öldürürken, tarihin hangi cağındayız bilmem ya, daha insanlığın ilk çağını yaşıyoruz.