Kadınlar...
Bu aralar ne çok bahsi geçer oldular... Analar bacılar eşler... Kadınlar...
Aşık olduğumuz, kaşlarını hilal yaptığımız, gözlerini güneş sandığımız, kirpiklerini ok saydığınız kadınlar...
9 ay karnında yattığımız, cenneti ayaklarının altında bildiğimiz, ağlarsa tek anam ağlar dediğimiz kadınlar...
Düğününde kuşak bağladığımız, nazlımız bacımız kadınlar...
Ha birde Namus kavramının o ağır yükünün tamamını boyunlarına astığınız kadınlar.
Dövdüğümüz sövdüğümüz namus diye töre diye hançer sokup öldürdüğümüz...
Kadınlar hepimizin ilk beşiği, ilk göz ağrısı, hayat yoldaşı, gönül sarmalı...
Evet bu aralar çokça kadın diyoruz, kadınlar diyoruz. Onlara yapılan haksızlıklar, kadına uzanan eller, kadına şiddet, kadın cinayetleri...
Hatta kadına iyilik olsun diye çıkarılan, kadına pozitif ayrımcılık getiren yasaların da yine kadına zarar verdiğini tartışıyoruz.
Ama işte, ne zaman dünyaya sevgi gerekse, ne zaman yürekleri öfke bürüse, ne zaman yüreklerde ki nefreti söndürecek ılık bir nefes gerekse işte o zaman kadın çıkıyor ortaya. Bunca ağır yük, bunca psikolojik ve biyolojik işkenceye rağmen o hassas, o duygusal, o katıksız saf duygular ortaya çıkıyor.
Son örnek Diyarbakır...
Çocukları hain terör örgütü PKK tarafından kandırılmış, sağa kaçırılmış çaresiz anneler Hdp parti bu adı önünde bir süredir eylem yapıyorlar.
“Ben oğlumu istiyorum” diyor.
Bu talep o kadar saf, masum ve içten ki. Bu masumluk, bu dürüstlük, bu doğal ve içten talep yerden göğe kadar haklı.
“Ben oğlumu istiyorum. Ben evladım istiyorum.” Bu annenin saf ve içten talebinin bitiremeyeceği savaş, dize getiremeyeceği terör örgütü yoktur.
Kadınlar, hele ki analar bir şeyi istemeye görsün... Önünde duracak, un edip elemeyeceği dağ yoktur…