Tasavvuf tarihimizin en ilginç ve ilgi çekici şahsiyetlerinden birisi hiç şüphe yok ki Niyâz-ı Mısrî’dir. Hem yaşadığı çağda hem de günümüze kadar gelen süreçte ona duyulan muhabbetle ağır eleştiriler hep iç içe geçmiştir. Anadolu’da Yunus Emre’den sonra halk tarafından en çok okunan tasavvuf şairi denilse herhalde abartı olmayacaktır. Halvetiyye’nin Mısrîyye kolunun kurucusu olup, şiirlerinde “Mısrî” mahlası kullandığı için Niyâz-ı Mısrî ismiyle şöhret bulmuştur.
1618’de Malatya’da doğup, 1694’de Limni Adasında süründe vefat eden Niyâz-ı Mısrî’nin hayatı, ilim-tarikat-şeriat üçlemesinde dönemin yoğun “tarikat-şeriat” tartışmalarıyla da örtüşen bir sürecin canlı bir misâli olmuştur.
Anadolu medreselerindeki tahsilinden sonra Mısır’a gider ve El-Ezher Medresesine devam eder. Kahire’de bir Kadiri şeyhinin telkiniyle tasavvufa yönelir. Hatta hatıralarında rüyasında Abdulkadir-i Geylânî hazretlerinin kendisini tasavvufa yönelttiğini ifade eder. 1646’da İstanbul’a gelip Sokullu Mehmed Paşa Camii hücresinde halvete giren Niyâz-ı Mısrî’nin tasavvuf dünyası 1647’de Uşşakî Ümmü Sinan’a intisabıyla şekillenecektir. 9 yıl Uşşakî yanında kalıp, “seyr-i sülük” denilen tasavvuf terbiyesinden geçtikten sonra şeyhinin halifesi olarak Uşak, Çal, Kütahya bölgelerinde irşâd faaliyetlerinde bulunur.
Ancak dönem Osmanlı Tarihinin en şiddetli şeriat-tarikat (medrese-tekke) tartışmalarının yaşandığı yıllardır. İmam Birgivî’nin “Muhammediye Şerhi” isimli eserini esas alan Kadızâdeliler denilen medrese ekolü; tarikatların bid’at içerisinde olduğunu ve küfre düştüklerini vaaz kürsülerinden en üst perdeden dile getirerek tasavvufa karşı savaş açmışlardı. Özellikle Ayasofya Camii Kadızadelilerin ana karargâhı durumuna gelmişti. Kadızade Üstüvanî Mehmed Efendinin 4.Mehmed üzerindeki tesirleriyle Mevlevi seması yasaklatmışlar ve bir kısım tekke şeyhini idam bile ettirmeyi başarmışlardı.
Tasavvuf tarafında ise Halveti Şeyhi Abdulmecid Sivâsî Efendi Kadızâdeliler’e karşı tasavvufun savunmasını yaptığı için taraftarları Sivasîler diye anılıyordu. Tartışma halk üzerinde o kadar tesirli olmuştu ki, İstanbul halkı ikiye ayrılmış, insanlar savundukları düşüncelere mensup imamların camilerine gidiyor, tasavvuf ehli sokaklarda dayaklar yiyor, tekkeler basılıyordu. Artık İstanbul’da kan dökülmek noktasına gelinir. Sonunda Sadrazam Köprülü Mehmed Paşa duruma müdahale ederek Kadızadeleri başta Kıbrıs olmak üzere sürgüne gönderip, meseleyi devlet eliyle kapatır. Kadızâdeliler zaman zaman yeniden tesirli olurlarsa da bir daha asla eski kudretlerine ulaşamazlar. Ancak medrese-tekke tartışması Osmanlı Tarihinde ciddi bir mesele olarak varlığını her daim sürdürmüş bir mevzu olmuştur.
Niyâz-ı Mısrî böyle bir dönemde tasavvufun, yani tekkenin en güçlü temsilcilerinden birisi olmuştur. Dönemin tartışmalarından etkilenmiş ve bedelini de en ağır şekillerde ödemiştir. Kadızâdeliler’in aleyhindeki söylemleri neticesi dergâhını Bursa’ya taşıyan Niyâz-ı Mısrî bir ara davet edildiği Edirne’de 4. Mehmed’le görüşüp itibar görmüşse de bilahare görüşleri dolayısıyla önce Rodos’a (1672), ardından Limni’ye sürgüne gönderilir (1677).
15 yıllık Limni sürgününden sonra tekrar Bursa’ya dönmesine izin verilirse de 1692’de müritleriyle birlikte Avusturya Seferine katılmak için Edirne’ye gelmesi ve bu isteğinde ısrarcı olması sebebiyle tekrar Limni’ye sürgüne gönderilir. Burada 1694 yılında 76 yaşında vefat eder. Limni’deki türbesi 19. Asırda Sultan Abdülmecid tarafından son bir tadilattan geçirilmiştir.
Başta divanı olmak üzere birçok eseri bulunan Niyâz-ı Mısrî’nin en belirgin vasfı “vahdet-i vücud” anlayışının son büyük temsilcilerinden oluşudur. Bu hâliyle Şeyh Muhyiddin-i Arabî’nin de en önde gelen takipçilerindendir. Şeriat-tarikat-hakikat sürecinin kemâl mertebesi olan “Marifetullah”ı esas alır. “Halk içinde hak ile olma” düşüncesinin temelinde yatan “ihlâs” anlayışıyla “Melâmetilik”le örtüşür. Hızır-Musa ilişkisinden hareketle nebevî ilim olan “ilm-i ledün”ü insan-ı kâmilin zirvesi olarak görür. Tasavvufu batın (kalp) ilmi olarak açıklar. Zahir ilimlerle cehaletin, batın ilimlerle kibir, kin, haset gibi manevi hastalıkların ortadan kaldırılacağına inanır. Batın ilimleri için de riyazetin, itikaf sünnetinin bir veçhesi olarak esas olduğunu ortaya koyar. Şer’i ilimlerle tasavvufun ayrılmaz bir bütün olduğu görüşündedir. Ehl-i beyte büyük muhabbet duyar.
Niyâz-ı Mısrî en meşhur na’t-ı şeriflerinden “Kurban Olayım” şiirinde hazreti peygamber muhabbetini şöyle dile getirir:
KURBAN OLAYIM
Ol cihânın fahrinin sırrına kurbân olayım
Hutbe-i levlâk inen şânına kurban olayım
Kab-ı kavseyn-i ev ednâsına kurbân olayım
Ben anın ilm ile irfânına kurbân olayım
Ben anın esrâr-ı Mi’râc'ına kurbân olayım
Ol Ebûbekir, Ömer, Osman, Ali dört yâridir
Ol risâlet bağının anlar gül-i gülzârıdır
Cümle ashâb-ı hidâyet râhının envârıdır
Ben anın âline ashâbına kurbân olayım
Ben anın ashâb-ı ahbâbına kurbân olayım
Ol Hasan hazretlerine zehr içirdi eşkiyâ
Hem Hüseyin oldu susuzluktan şehîd-i Kerbelâ
İkisidir asl-ı nesl-i cümle âl-i Mustafâ
Ben anın âline evlâdına kurbân olayım
Ben anın evlâd-ı ensâbına kurbân olayım
Cümle ümmetten hayırlıdır o şâhın ümmeti
Ümmetine cümleden çok eder Hak rahmeti
Enbiyâ ânınla buldu bunca lûtf ü izzeti
Ben anın lûtfuna ihsânına kurbân olayım
Ben anın envâ-ı eltâfına kurbân olayım
Her ne denlü enbiyâ ve mürselin kim geldiler
Ümmeti olmaklığı Hak’tan temenna kıldılar
Evliyâ ana Niyazî kul u kurbân oldular
Ben anın ayağının tozuna kurbân olayım
Yoluna gidenlerin izine kurbân olayım.
(Niyâz-ı Mısrî)