15 Haziran 2021 günü Türkiye ve Azerbaycan arasında imzalanan Şuşa Beyannamesi (Deklarasyonu) yeni bir dünya jeopolitiğinin kuruluşunun resmi adımı oldu.
Bu beyannamenin yaklaşık 30 yıllık Ermeni işgalinden kurtarılan ve Karabağ’ın kalbi hükmünde olan tarihi Şuşa şehrinde imzalanmış olması öncelikle bir kısım mesajları içermektedir. Türk Dünyasının çok mühim kültür merkezlerinden birisi olan Şuşa bu haliyle çok büyük anlamlar içermektedir. Ayrıca dünyanın görmezden geldiği haksız bir işgalden iki Türk Devletinin ortak kararlılığıyla kurtarılmış olması uzun vadede işgal altında bulunan diğer yerlerin de kurtarılma ümidini canlı tutmaktadır.
Her iki devletin kararlı tutumu neticesinde gün be gün çok sağlam bir ittifakın temel taşları yerine oturtulmaya devam ediyor. Şuşa Beyannamesi siyasi, askeri, ekonomik ve kültürel birçok işbirliğini içermekle birlikte özellikle iki madde bu sürecin istikametinin de belirleyicisi olacaktır.
İlki her iki devletin askeri işbirliği maddesidir. Karşılıklı teknik desteklerle her iki devletin ordusunun gücüne güç katacak işbirliği süreci başlatılırken, taraflardan birisine bir askeri saldırı veya müdahale durumunda diğerinin BM şartları çerçevesinde sıcak çatışma dâhil her türlü desteği vereceğini kesin bir şekilde deklare ediliyor. Bu, bölgedeki küçük devletlerden ziyade İran, Rusya veya herhangi bir büyük devlete karşı da verilen açık bir mesajdır. Zaten Rusya’nın bu beyannameyi “üçüncü ülkelere karşı hasmane” olarak nitelemesi hazımsızlığının açık bir göstergesidir. Azerbaycan’ın son zamanlardaki büyük yükselişi hem İran’ı hem de Rusya’yı rahatsız ederken, bu deklarasyon herhangi bir müdahaleleri durumunda Türkiye’yi de hasım pozisyonunda karşılamak zorunda kalacakları yeni bir statükoya kapı aralamıştır.
NATO’nun bel kemiği durumunda olan Türkiye’nin son Brüksel toplantısında vazgeçilmezliği bir kez daha gözler önüne serilirken, jeopolitik konumu ve enerji arzındaki büyük payıyla geleceğin parlayan yıldızı olan Azerbaycan’ın bu anlaşmayla Türkiye’yle askeri ittifak içerisine girmiş olması, Türk askeri gücünün çarpan etkisini ortaya koymaktadır. Azerbaycan milli enerji şirketi SOKAR’la TPAO’nun Libya’da ortak doğalgaz ve petrol arama faaliyetine girişme düşüncesi yeni gelişmelerin de habercisi olmuştur.
Beyannamede dikkat çeken ikinci mühim husus ise her iki ülkenin Güvenlik Konseylerinin “güvenlik konularında ortak toplantı düzenleyecekleri” maddesinin yer almasıdır. Bu çok açık bir şekilde iç ve dış güvenlik alanlarının ortak bir istihbarat çalışmasının kapsamına alınması ve gerekli adımların atılması sonucunu doğuracaktır. Başta terör, kaçakçılık, savunma, millî çıkarların korunma ve geliştirilmesi gibi tüm alanların artık Doğu Akdeniz-Hazar hattında ortak bir akılla idare edileceği anlamına gelmektedir.
Bakü-Tiflis-Ceyhan Boru Hattı, Bakü-Tiflis-Kars Demiryolu, TSK’nın Azerbaycan Ordusunu eğit-donat anlayışı ile geliştirmesi ile zaten uzun zamandır artarak devam eden işbirliğinin sonucunu Karabağ’da alan her iki devlet, şimdi yeni bir jeopolitiğin merkezini bu anlaşma ile ilan etmiş oluyorlar. “Doğu Akdeniz-Hazar Jeopolitiği” diyebileceğimiz bu hat dünya merkez jeopolitiğinin yeniden canlanıyor oluşu anlamına geliyor.
Dünya “Merkez Jeopolitiği”; 1.Dünya Savaşı sonucu Osmanlı Devletinin dağılmasıyla çökmüş ve meydana gelen kaotik ortam, 2.Dünya Savaşı sonunda “Atlantik (ABD-Batı Avrupa/NATO) Jeopolitiği” ve “Kuzey Asya (Rusya) Jeopolitik”lerinin bilek güreşi arenası haline gelmişti. Bir taraftan Asya-Pasifik hattında Çin’le jeopolitik bir çekişmeye giren ABD, Soğuk Savaşın bitimiyle birlikte Yeni Dünya Düzeni (The New World Order) adı altında merkez jeopolitiğini Ortadoğu esaslı yeniden dizayn çabasına girişti. Putin’le kendisini toparlayan Rusya ise “Avrasya Jeopolitiği” ilkesiyle kendini “heartland” (kalpgah) ilan ederek, başta Türkiye olmak üzere merkez jeopolitiği kendi yanına çekme adımlarını atmaya başladı. Putin’in başdanışmanlığını yapan ve Rus Avrasyacılarının lideri olan Aleksandr Dugin halen bu projenin hayat bulması için Putin’in stratejik aklı olmayı sürdürmektedir.
Ancak Türkiye’nin artık kurgulanan oyunda rolünü oynayan pozisyonundan oyun bozucu ve kurucu durumuna yükselmiş olması tüm bu çevresel jeopolitik güçlerin projelerini akamete uğratmaya başlamıştır. Dış politikada iyice yalnızlaştığı ileri sürülen Türkiye’nin hiçbir zaman yalnızlaşmak gibi bir kaderinin olmadığı azıcık jeopolitik bilenlerin dahi idrak edeceği bir husustur. Türkiye, özellikle millî savunma sanayiindeki yükselen gücü sayesinde son yıllarda ABD-AB bağlamındaki bağımlılık politikasından kurtulmaya çalışmakta ve son derece esnek ve çok denklemli dış politik manevralarıyla kendi merkez jeopolitiğini kurmaktadır. Bazı büyük güçlerle yaşanan siyasi gerilimlerin de temelinde bu gelişme yatmaktadır.
Dünyada haklılığınızı ve hakkınızı korumanın yolunun güçlü olmanızdan geçtiği insanlığın varoluşundan beri değişmeyen bir realitedir. Gelişen dünya şartları içerisinde gücün muhafazası ve artırılması sağlam temelli ve sürdürülebilir ittifaklardan geçmektedir. Şuşa Beyannamesi bu fırsatın değerlendirilme adımlarından birisidir. Daha birçok gelişmenin de ayak sesleridir. Elde ettiğiniz güç size merkeze çekim avantajı sağlar. Gücünüz güven verdiği ve korunduğu müddetçe dış halka genişler. Cazibeniz artar. Yeni katılımlar dengeleri lehinize değiştirir ve katılımcıların nimetten istifadesi de artar. Özellikle savunma sanayiinde dış satım kapısını açmanız size muhtaç birçok devletin etrafınızda toplanmasını ve tarafınızdan geliştirilen dış politik denklemin paydaşlarından olmalarını sağlar.
Şimdi Türkiye-Azerbaycan ortaklığıyla Merkez Jeopolitiği “Doğu Akdeniz-Hazar” denklemiyle yeniden canlanırken, cazibesi kısa sürede bu merkezin dış halkalarının da oluşmasını sağlayacaktır. Hazar ötesi Türkistan Coğrafyası, Kafkaslar, Balkanlar, Ortadoğu, Kuzey Afrika ve Kuzey Karadeniz potansiyel genişleme halkaları olarak tarihin şahitleridir. Libya’da Türkiye’nin müdahalesiyle oluşan kısmî istikrar, Kuzey Suriye’de Rusya-İran denkleminin ilerleyişinin durdurulmuş olması, Atlantik Jeopolitiğinin Suriye-Irak hattında oluşturmaya çalıştığı PKK-YPG eksenli terör kuşağının belinin kırılması, Mavi Vatan Konseptiyle Doğu Akdeniz’deki haklarımızın koruma altına alınması, KKTC’nin mevcut statükosundaki kararlılığın SİHA üssü kurma planıyla bir adım daha ileri götürülmesi hep bu dış halkaların güçlendirilmesi ve korunmasına yönelik çok ciddi gelişmelerdir. Son günlerde Bingazi bölgesinde hâkim olan darbeci Hafter güçlerinin hareketlenmiş olması ümitsiz karşı hamlelerden öteye geçemeyecektir.
Rusya’nın Doğu ve Güney Avrupa yönünde ilerlemesinde en önemli iki tampon devlet konumunda bulunan Ukrayna-Polonya ikilisinin başta SİHA’lar olmak üzere Türkiye ile gerçekleştirdiği savunma alımı anlaşmaları Rusya’yı derinden rahatsız etmiştir. Türkiye’nin SİHA teknolojisinin çok gerisinde olan Rusya’nın bu iki devlet üzerindeki emelleri bu hamlelerle ciddi yara almıştır. Bu da Türkiye’nin kuzey yönlü güvenlik hattında yeni tahkimatları anlamına gelmektedir. Polonya ve Ukrayna ile ilişkilerin gelişmesi sadece askeri alanlarda kalmayıp, birçok farklı alanda da mesafe kat edeceği aşikârdır. Türkiye’den gelişmiş askeri teçhizat alma konusunda Macaristan, Romanya gibi ülkelerin istekli oluşu, Filipinlerle yapılan Atak Helikopteri satışları gibi örnekler Türk askeri nüfuzunun dünyanın dört bir yanına yayılacağının da işaretini vermektedir. Tüm bunlar baştan beri ifade ettiğimiz Doğu Akdeniz-Hazar eksenli Yeni Merkez Jeopolitiğinin tesir sahasının genişliğini ifade etmesi açısından manidardır.
On yıllar sürecek bu değişim ve gelişim döneminde Rusya ve ABD ile zaman zaman gergin, zaman zaman işbirliğine dayalı politik manevralar yaşanacaktır. Bir Suriye örneğinde bile bunun birçok misali Rus-Türk ilişkilerinde belirleyici olmaktadır. Ancak şu kesinlikle bilinmelidir ki Rusya’nın yumuşak karnı Türklerdir. 16. Asırdan itibaren Türk Dünyası yönünde başlayan Rus yayılması, milyonlarca kilometrekarelik Türk Yurtlarını ve milyonlarca Türk insanını hegemonyası altına almasıyla neticelenmişti. SSCB sonrası Türkistan’dan çekilmek zorunda kalan Rusya halen 30 milyonun üzerinde Türkün yaşadığı bir ülke olarak Türkleri direk karşısına alacağı dönemleri geride bırakmıştır. Üstelik bütçesinin mühim kısmını oluşturan muazzam petrol ve doğalgaz rezervlerinin başta Avrupa olmak üzere dünyaya pazarlanmasında en mühim enerji koridoru, boru hatları vasıtasıyla Türkiye’den geçmektedir. Rusya’nın Türkiye ile direk bir soğuk savaş pozisyonuna geçmesi kendi eliyle kendi boğazını sıkması ve ayağına zincir vurması anlamına gelir. Artık Türkiye’ye diş geçireceği günler tarihlerinin tatlı birer hatırası olarak çok geride kalmıştır.
Tarih, Türkiye-Azerbaycan ortaklığının önüne muazzam fırsatlar sermiş durumdadır. Bu merkez jeopolitik yeni bir dünyanın kurulmasının tüm potansiyeline sahiptir. Dil, din, kültür, tarih, ırk ve ortak menfaat olgularının ayrılamaz bir ikili oluşturduğu bu iki ülkenin el ele vermiş olması, yeni ellerin eklenmesiyle neticelenecektir. Endonezya’dan Fas’a kadar uzanabilecek muhteşem bir işbirliği potansiyeli ortadadır. Tüm bu coğrafyaya yaşatılan kargaşa ve gözyaşlarının yerini dünyanın başat bir güç merkezinin alması, kısaca yeni bir dünyanın kurulmasının formülü merkez jeopolitiğinin ayağa kalkmasından geçmektedir.
Tüm bu öngörüler ham bir hayal olarak algılanabilir. Batı karşısındaki son bir kaç asırlık gerilememiz ve yıkımımızın oluşturduğu yılgınlık ve ümitsizlik havasından kurtulamamış ezik anlayışın bunu anlaması mümkün değildir. Ülkesine ve yarınlarına güven duygusunu yitirmiş bir anlayış ancak hakikat tecelli ettiğinde gerçeği kabullenir. Ancak tarihin akışını bilen, jeopolitik imkânların potansiyel neticelerini idrak eden, Türk Milletinin kabiliyetlerinin farkında olan ve son yıllardaki gelişmeleri okuyabilen bir bakış açısı, fecr-i sadıktan yeni bir günün doğmakta olduğunu anlamakta bizimle hemfikir olacaktır.
Selam hidayete tabi olanların üzerine olsun.