Günümüz İslâm Dünyası fikrî çıkmazlar ve medeniyet krizleriyle boğuşup duruyor. Bu da felsefe ve medeniyetini teknik üstünlüğünün himayesinde bize dayatmaktan zevk alan Batı Dünyası karşısındaki çare arayışlarımızı derinleştiriyor.
Eğer dış dünyaya verecek bir şeyiniz yoksa o dış dünyanın size dayattıklarıyla yetinmek durumunda kalırsınız. O zaman da kör ve idraksiz bir taklitçilik sizi dayatılanların papağanı yapar. Size ait olmayan değerleri sizinmiş gibi yaşar ve savunursunuz. Sorgulama yapamaz, hikmet boyutunda tanımlayamazsınız. Hâl-i pür melâlimiz bu tanımın canlı şahididir. Dilde, fikirde, eylemde ve zihin dünyamızda pek bir orijinalliğimiz kalmamış durumda. Batıdan tek farkımız ise kendi medeniyet kodlarımızın bizi ayrıştırıyor olmasıdır.
Hazreti Peygamber aleyhisselâmın; “Sizler (ümmetim) ahir zamanda gayrimüslimleri öyle taklit edeceksiniz ki, onlar kertenkele deliğine girseler, siz de peşi sıra gireceksiniz” meâlindeki hadis-i şerifi el-hâk günümüzde tecelli ederek, tüm İslâm Dünyası için geçerli hâle gelmiştir.
Kavramlarımız, kurumlarımız, yasalarımız, şehircilik anlayışlarımız vs. hep Batılı normların bize uyarlanmış şekilleri. Netice olarak giydiğimiz elbisenin ölçüleri bizimle uyuşmuyor. Bu sebeple de problemlerimize ürettiğimiz çözüm yolları istenilen neticeyi vermemektedir. Bunun en temel sebebi ise son 3 asırdır kendimize model olarak aldığımız Batının; Pagan (Yunan-Roma-Cermen) ve Hristiyan bir uygarlık temelinden geliyor olmasıdır. O halde medeniyetimizi yeniden inşa edip hem kendimize hem insanlığa yepyeni bir sayfa açmak için neye ihtiyacımız var?
İslâm Dünyası, Asr-ı Saadet’ten itibaren tamamen kendine has ve üstün bir medeniyet anlayışıyla yükseldi. Batıda Endülüs’ten doğuda Endonezya’ya kadar eski dünyanın en büyük medeniyet sahalarında hâkim inanç ve medeniyet oldu. Dünyanın geri kalan kısmına oranla altın çağını yaşarken, “Orta Çağ”; Batı Dünyasının en karanlık, berbat ve durağan dönemi oldu.
Hazreti Peygamber aleyhisselam Medine’de Mescid-i Nebevi’nin hemen yanına İslâm’ın ilk okulu olan “Suffe”yi tesis ettirmişti. Burada zeki, fakir ve bekâr sahabeler kalmakta ve tüm uğraşıları başta Kur’an ve Hadis-i Şerifler olarak ilimle meşgul olmaktı. İşte İslâm Medeniyetinin tüm ilim ve tedrisatının temeli Peygamber aleyhisselamın mübarek elleriyle tesis ettiği ve ilk talebelerinin insanlığın yıldızları hükmünde olan sahabelerin oluşturduğu bu kurumdu.
İslâm’ın yayılma sürecinde Suffe örnek alınarak ve daha da geliştirilerek oluşturulan yeni kurumlar Arabistan’dan Suriye, Irak, Mısır, İran, Kuzey Afrika, Endülüs’e kadar her yere yayıldı. Nihayet süreç Beyt’ül-Hikme ile zirveye çıktı.
Abbasi Halifesi Memûn (813-833), Bağdat’ta “Beyt’ül-Hikme”yi tesis etti. Dünyanın her yerindeki kadim medeniyet havzalarından sayısız kitap toplattı. Özellikle tüccarlar gittikleri yerlerden bedeli ne olursa olsun kitaplar taşımaya başladılar. Halifeler bu eserlere büyük paralar ödeyerek Beyt’ül-Hikme kütüphanelerinde topladılar. Hatta Bizans’la yapılan savaşlardan sonra ganimet ve tazminat olarak yüklü miktarda kitaplar aldılar.
Devrin alimleri devletin muazzam desteğinin himayesinde Beyt’ül-Hikme’de bu kitaplar üzerinde hiç bitmeyen çalışmalara giriştiler. İlk iş olarak eserler Arapçaya tercüme edildi. Çeşitli dillerde mütehassıslaşıldı. İlgili kavramlar Arapçalaştırıldı. Eserler tetkik edildi. Eksikleri, hataları şerhlerle ve reddiyelerle düzeltildi. Kısaca belki de dünyanın ilk akademik tetkikleriyle bu eserlerdeki bilgi birikimleri ve ilimler tanındı, tanıtıldı. İslâm Medeniyetinin bakış açısı ve katkısıyla şekillendirilerek yepyeni ve devrinin modern ilimleri olarak tüm insanlığa kazandırıldı.
Böylece bugünkü modern ilimler Müslümanlar tarafından kuruldu ve geliştirildi. Gelecekteki ilmî gelişmelerin temelleri atıldı. Örneğin El-Kindî ve İbni Heysem’in çalışmaları optik biliminin temellerini inşa ederken, asırlar sonra Kopernik’in teleskopuna ve tüm optik gelişmelere kapı araladı. Benzer gelişmelerin Endülüs ve Sicilya’da yaşandığı İslâm Dünyası teknik birikimiyle birlikte medeniyetinin fikrî ve kültürel kodlarını da insanlığa hediye etti.
Ancak sonrasında İslâm Dünyasının yaşadığı medeniyet krizleri bizi bugünkü hale sürükledi. Bunların en büyüğü şüphesiz ki Moğol İstilasının getirdiği korkunç yıkımdır. Moğollar İslâm dünyasına sadece fiziksel zarar vermekle kalmamışlar, Türkistan’dan Mısır’a kadar uzanan sahadaki yaklaşık 4 asırlık ilim ve medeniyet birikimini ve bunların doğal neticeleri olan alimleri yok etmişlerdir. Aynı yıkım Endülüs’te İspanyollar eliyle gerçekleşti. Bu yıkımlar İslâm Dünyasını ilmî ve fikri yönde önce durağanlığa, ardından Batı karşısında krize sürükledi.
İslâm Dünyasından beslenerek kendi iç dönüşümünü gerçekleştiren Batı ise 18. Asırda başardığı Sanayi Devrimiyle iki asır içinde tüm dünya üzerinde hegemonya kurarken, kendisinin mürebbisi durumundaki İslâm Dünyasını yeni ve daha sarsıcı bir medeniyet krizine soktu. Moğol İstilasının oluşturduğu kriz korkunç bir fiziksel yıkım olmuş, medeniyet dönüşümüne yol açmamıştı. İslâm Dünyası yakılmış, yıkılmış, durağanlaşmış ama zihnî bir dönüşüm ve başkalaşım sürecine girmemişti. Aksine bir müddet sonra Moğolları İslâmlaştırmayı başararak kendine benzetmişti.
Ancak Batının müdahalesi yıkımla beraber medeniyet dönüşümünü, başkalaşımını ve kendine benzetmeyi getirdi. Bu sebeple Batılı emperyalist istila fiziksel yıkımdan daha ağır ve kalıcı sonuçlar getirdi. Bugün İslâm Dünyası kendi medeniyetine şeklî, zihnî ve kültürel olarak hiç olmadığı kadar yabancıdır. Tabir yerindeyse inandığı gibi yaşayamamaktadır, yaşadığı gibi inanmaktadır.
Bugün bu halimizle yeni bir Altın Çağ yaşama ve yaşatma kapasitemiz yoktur. Zaten İslâm Dünyası iç savaşlar, işgaller, bölünmüşlük, terörize olmuş gruplar, geri bırakılmışlık, açlık, sefalet, eğitimsizlik, kültürel istila gibi temel nedenleri Batı emperyalizmine dayanan kaosun merkezi durumundadır. Bu kaos nesilleri mahvetmekte ve geleceğin inşasını imkânsız hale getirmektedir.
İslâm Dünyasını bu krizden çıkarma imkânına nispeten daha rahat, en azından işgal ve iç savaş kıskacında bulunmayan ülkeler sahiptir. Bunların başında da ülkemiz gelmektedir. Hem geçmişten gelen muazzam birikim ve tecrübesi hem Batıyı hem doğuyu iyi tanıyan ve özümsemiş kimliği, hem de artan güç ve refahı bu imkânı Türkiye’ye vermektedir.
Kendi medeniyetimizi yeniden inşa etmek zorundayız. Başkalarının tarif ettiği ve istediği şekilde değil, kendi özümüzden süzülen bilgi ve hikmetle inşa etmek zorundayız. Bunun da yolu kendimizi iyi tanımaktan geçer. Her ne kadar talan edilmiş olsa da 14 asırlık İslâm Tarihi muazzam bir birikim bıraktı. Ancak çoğundan habersiziz. Yeni Beyt’ül-Hikmelere ihtiyacımız var.
Yeni bir “Tercüme Hareketi” başlamalı. Medeniyetimize ait tüm birikim kararlı bir hamle ve sistemli bir çalışmayla günümüze kazandırılmalı. Hint, Türkistan, Arap Coğrafyası, Anadolu, Kafkasya, Balkanlar ve daha nice coğrafyalar asırlarca bilgi üretti, el yazmaları bıraktı. Kendilerine uzanacak elleri bekliyorlar. Bugün elimizdeki kendi kaynaklarımız bütünün sadece bir parçasıdır. Batı Klasiklerini tanıdığımız kadar kendi medeniyet eserlerimizi tanımıyoruz. Kendimizi tanımadan nasıl kendimize gelelim? Başta üniversitelerimizde olmak üzere kurulacak “Tercüme Enstitüleri” medeniyet birikimimizi yeniden kazanma sürecini başlatacaktır. Kaybolma ve yitip gitmelerin önüne geçilebilecektir. Buralar İslâm Medeniyetinin kayıp ilim, fikir ve hikmet hazinelerinin yeniden keşfedildiği ve insanlığa hayat verecek ufukların göründüğü yerler olacaktır.
İlim ve hikmet sevdalısı nesillerimiz buralarda yetiştikçe doğaya, insana, insanlığa ait yepyeni ve kendine has çıkış yolları sunmaya başlayacaktır. Bu da İslam Medeniyetini girdiği krizden çıkma ve kendini yeniden inşa etme sürecinde muazzam bir adım olacaktır.
Selam hidayete tabi olanların üzerine olsun.